İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gavur hayatı, gavur romanı

Mıgırdiç Margosyan, ‘Tespih Taneleri’nde geçmişte cereyan etmiş olayların bireyin hayatına yaptığı etkileri anlatıyor

A. ÖMER TÜRKEŞ 

Gavur Mahallesi (1992), Söyle Margos Nerelisen? (1995) ve Biletimiz İstanbul’a Kesildi (1998) adlı hikâye kitaplarıyla tanımıştık Mıgırdiç Margosyan’ı. Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi’nde, diğer adıyla ‘Gavur Mahallesi’nde doğmuş bir Ermeni’ydi o. Diğer Ermeni çocuklar gibi onun adı da Kürt çocukları tarafından sokakta konmuştu; Gavur! Haksızlık etmek istemem. Belki de ‘öteki’leştirilmenin acısını bizzat deneyimlediklerindendir, şimdilerde kimse gavur diye seslenmiyor Diyarbakır’da Margosyan’a. Hemşeri sayılıyor artık, dostluk ve ilgi görüyor. Mıgırdiç Margosyan’ın Diyarbakır sevgisini ise anı-romanı Tespih Taneleri’nde izliyoruz.
“Tepesindeki yuvarlak, küçük sac tabelada zeytuni zemin üzerine beyaz harflerle ‘Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’ yazılı demir kapıdan ürkek, çekingen adımlarla içeri girdiğimizde, adımlarımızın bizleri nereye, hangi istikbale doğru götürdüğünü bilemediğimiz gibi, hayal etmemiz de mümkün değildi” diye başlıyor Margosyan’ın hikâyesi. Öyle ya, denizi, ilk kez Haydarpaşa Garı’nın zaman tünelinde aşınmış mermer merdivenlerinden aval aval seyredip, ardından tıkıştırıldıkları bir kaptıkaçtıyla yandan çarklı bir arabalı vapur yolculuğundan sonra, kısmetlerine çıka çıka bir yetimhane kapısı çıktığına göre, hayal güçlerini hangi pembe tablolar süsleyebilirdi bu çocukların?
Margosyan, belki de babasından aldığı hayat dersiyle pembeleştirecektir her köşesi iç karartıcı renklerle boyanmış tabloyu. “Günün birinde, ansızın, hiç beklemediği çığlıklar içinde bulduğu yaşamını, daha sonra ilmek ilmek örerek, alın teriyle yoğutup imbikten süzerek kendi hassas terazisiyle tartıp özetleyen babasının “Dünyada en güzel şey, yaşamağtır oğlım” sözünü tutacak ve sırf etnik kökeni nedeniyle göğüslemek zorunda kaldığı onca zorluğa rağmen yaşama sevincini yitirmeyecektir.
1953 yılında, genç Mıgırdıç on beş yaşındayken gelmiştir yetimhanenin kapısına. Yaşları on iki ile on beş arasında değişen bir gurup Ermeni çocuğu Diyarbakır’dan İstanbul’a getiren neden anadillerini öğrenme isteğidir. Anadilleri ya da etnik kökenleri hakkında bildikleri kulaktan dolma üç-beş cümleden öteye gitmemiş yoksul ve cahil çocukların yüreklerin ansızın yanan bir ateş değil elbette öğrenme isteği. Burada bir kez daha Margosyan’ın babası çıkıyor sahneye: “Henüz dört yaşlarındayken doğduğu köyü Heredan’dan tehcir edilen, ‘Kafle’ye çıkıp tesadüfen sağ kalan, ömrü boyunca hiçbir okulda okuma fırsatı bulamadığı için, ileride okuma yazma kurslarına katılıp ‘şahadetname’ dediği diplomasını büyük bir keyifle duvara astıktan sonra, artık ceketinin cebinden eksik etmediği en az iki adet günlük gazetenin yanı sıra bir de ordan burdan bulup buluşturduğu kitapları okudukça ‘dünyada en mühim şey oğhımağtır’ düsturunu benimseyen adam…” Annesinin bütün göz yaşlarına, Mıgırdıç’ın bütün kayıtsızlığına rağmen, babası elinden düşürmediği Rousseau’nun Emil (Eğitime Dair) kitabına duyduğu imanla, İstanbul’a giden trene bindirecektir oğlunu.
Diyarbakır’da kalsa Terzi Antranig gibi işinin ehli ustaların veya Kuyumcu Ghaço’nun, Süryani kuyumcu ustası Emsih’in, o da olmazsa Keldani aktar Kör Yusuf’un yanında çıraklık yapmaktan başka şansı olmayan Mıgırdiç Margosyan’in kaderi hiç kuşkusuz tam bu anda değişmiştir. Oysa okuyup ‘böyüg adam’ olmak için oğlunu İstanbul’a postalayan adamın hayatında hiçbir zaman okul zili çalmamıştır… “Onun yaşamında, okuyup yazmaya başlayacağı günlerde çalan ilk zilin sesi, ölüm ve kalım arasındaki ‘Kafle’ çığlıklarıdır… Ve çok sonra kendi kendine şu soruyu soracaktır Margosyan; “henüz dört yaşındayken köyünden sürülmekle başlayan ve anasız, babasız, kardeşsiz, bin bir çile ve eziyetle sürüp giden yaşam kavgasında ‘cahil’ kalmanın acısını, oğlunu okutup ‘büyük adam’ yapma hırsıyla çözmeye, böylece ‘tariğh’ten bu yolla ‘hisap sorarak’ öcünü mü almaya çalışıyordu?”
Her neyse, sonuçta bileti İstanbul’a kesilmiş, Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’nde yepyeni bir hayatın kapısı açılmıştır. Genç Mıgırdıç’ın hayatından iki yılı anlatıyor Tespih Taneleri. Okumasını, öğrenmesini, Ermeniceyi sökmesini, bütün bu süreçteki zihinsel ve ruhsal değişimlerini yakalıyor. Ve delikanlılık çağını yaşayan Mıgırdıç’ın 6 Eylül 1955 tarihli İstanbul izlenimleriyle noktalanıyor; tarihin ilki kadar şiddetli olmasa bile sanki tekerrür ettiği bir şiddet anıdır bu.

Aynı coğrafya aynı dil
Anı-Roman olarak nitelenen anlatı türü roman yazmanın en kolay yolu sanılır. Oysa kişinin başından geçenleri yazıya döktüğü kitapların büyük çoğunluğu edebiyatın değil tarihin ilgi alanına girmiştir. Margosyan ise hem tarihi hem edebiyatı gözeterek yazmış Tespih Taneleri’ni. Metnin tarihsel arka planı önemli; ama resmi tarihe alternatif bir tarih yazmak amacı yok. Bir gün ansızın değişen kaderleri, parçalanmış aileleri, oraya buraya savrulan çocukları, artık kaybolmuş kültürleri, hayata tutunmaya çalışan sıradan köylüleri, kısacası geçmişte cereyan etmiş olayların bireyin hayatına yaptığı etkileri anlatıyor Margosyan. Hafızanın katlarını açarak, hafızada iz bırakan önemli anları yakalayarak anlatıyor.
“Geçmişin acı deneyimleriyle ilişkisini, esas itibarıyla ‘unutma’, daha doğrusu ‘bastırma’ üzerine kurmuş bir toplumda; ‘unutturma’yı, hatta belli konularda ‘hatırlama yasağı’nı ‘bir idare tekniği’ olarak kullanan bir devlette yaşadığımızı; siyasal tarihimizin ‘üst üste yığılmış nisyan katmanları’ndan oluştuğunu söylemek abartı olmaz.” Edebiyatın ikincil işlevlerinden belki de en önemlisi o üst üste yığılmış ‘nisyan katmaları’nı toplumun tarihine yeniden kazandırmaktır. Ortak bir ‘sivil hafıza’ya sahip olmak, tarihin çoğul bir okumasını yapabilmeyi, başka pencerelerden bakan, başka sokaklara açılan tarih anlatıları olarak anılarımızdan ve edebi metinlerden beslenmeyi gerektirir. Tespih Taneleri’nde yazar tam da bunu yapıyor işte.
Ama bir metnin edebiyat içerisindeki yerini belirleyen onun birincil işlevini yerine getirmesi, hikâyesini beli bir biçimde, yani edebi değer sorununu gözeterek anlatması gereklidir. Tespih Taneleri de dili, üslubu ve kurgusuyla iyi bir roman. Margosyan, iki zamanlı bir kurgu içerisinde aktarmış hikâyesini. Hikâyenin anlatım zamanı 1953-1955 yıllarını kapsıyor. Ancak bu süre içinde, yetimhanede karşılaştığı eşyalarla, insanlarla, duyduğu sesler, yediği yemeklerle geçmişe, Diyarbakır’a, çocukluğuna, ailesine dönüyor Margosyan’ın belleği. Eşyalar eşyaları, insanlar insanları, sesler sesleri hatırlatıyor ve uzun bir tarihsel döneme uzanıyor. İşte böylelikle çok renkli ve neşeli yaşanmışlıklara tanıklık ediyoruz. Gavur Meydanı’nda Dacig dedikleri Müslüman, Türk ve ‘Moşe’ dedikleri Yahudi yaşıtlarıyla yaptıkları kıran kırana ‘çüt kale’ maçlar, kafa göz yarmalı kavgalar, kırık leblebiler, dayısının yanındaki demirci çıraklığı, yazlık sinemalar, Diyarbakır kabadayıları, İstanbul Ermenilerinin gözünde nasıl da kürt ve köylü sayıldıkları birer birer canlanıyor. Elbette belleğin derinliklerine yapılan yolculukta seçme şansı yok; kimi zaman yakınlarının tehcir anılarını, Yahudi komşularının göçünü, sevdiklerinin ölümlerini de hatırlıyor ve hatırlatıyor Margosyan. Ancak şunu vurgulamak isterim. Anlatının bütününe yayılmış bir hoşgörü, kişisel nefretten arınmış bir bellek var karşımızda. Kırgınlık ve düşmanlık duygularını bir kenara bırakmış, karşıdakiyle aynı coğrafyayı, aynı dili paylaştığını bilen, intikam alma arzusu taşımayan bir yazar, bu toplumun değiştirilmesi artık mümkün olmayan ortak tarihinde dolaşıyor. Değiştirilmesinin mümkün olmadığını bilen, ama acıların dindirilmesinin, hatta daha iyi bir başka durumun mümkün olabileceği umudunu barındıran bilinciyle Margosyan, tarihin öznesi olarak bir sorgulamaya girişmiş.
Yeniden edebiyatın o sözünü ettim birincil işleve dönelim: Tespih Taneleri’de Türkçenin bir edebi metinde ne denli zenginleşebileceğini sergileyen bir dille karşılaşacaksınız. Yazarlar için her zaman tehlikeli olmuş yerel ağızları ustalıkla kullanan, farklı tarihsel dönemleri dilde ayrıştıran, görsel ve işitsel imgeleri yazıya döken ve ironik duruşunu hiç yitirmeyen anlatısıyla Tespih Taneleri, okuyucusunu geniş bir zamana ve mekana yayılan roman dünyasına çekiyor.
Tuzak bir soruyla bitiriyorum; Türkçe yazan Ermeni ya da Kürt yazarlar hangi edebiyat içinde yer almalılar?

TESPİH TANELERİ
Mıgırdiç Margosyan, Aras Yayınevi, 2006, 525 sayfa, 28 YTL. 

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=5822

Yorumlar kapatıldı.