İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkler, krizler ve Papa…

Ahmet Altan

Eğer genç bir adam bana gelip de, “ben siyasi yorumcu olmak istiyorum, bana vereceğin bir öğüt var mı” dese, ona sadece bir öğüdüm olurdu.

“Eğer siyasi bir krizle karşılaşırsan onun son anda çözüleceğini yaz… Her krizde aynı şeyi yaz… Her şeyi bilen yorumcu statüsünü kısa zamanda ele geçirirsin.”

Türkiye’de krizler bitmez biliyorsunuz.

Her seferinde koca toplum büyük bir hacıyatmaz gibi yana doğru devrilir, tama yere çarpacakken sihirli bir dokunuşla yeniden eski halimize geliriz.

Ama öyle rahat durmaktan hoşlanmadığımız için yeni bir krizle bu sefer öbür tarafa doğru devrilir ve yeniden düzeliriz.

Sorunları kriz haline dönmeden de çözmek mümkünken niye meselenin iyice çetrefil bir hale gelmesini, gerginliğin iyice tırmanmasını bekleriz, doğrusu bilmiyorum.

Ama bu bizim neredeyse karakteristik tarzımız.

Kriz haline gelmeyen hiçbir sorunu çözmekten hoşlanmayız.

Krize dönüşen her sorunu da garip bir esneklikle son anda çözüveririz.

İşin en hoş yanı son ana kadar, “o sorunu çözmenin vatana ihanet” olacağına dair de epey konuşuruz, bu konuşmalarla meseleyi öyle bir kilitleriz ki dışardan bakan biri artık çözümün imkansız olduğunu düşünür.

Ama biz hiç beklenmeyen bir manevrayla krizin üstünden atlayıveririz.

Sanırım, bütün o gürültü patırtı arasında aslında meseleyi gereğinden fazla büyüttüğümüzü içten içe bildiğimizden çözüm olduğunda da konuyu fazla uzatmayız, hatta çözümü alkışlar, rahatlar, derhal yeni bir kriz yaratırız.

Şu papa ziyaretini bir hatırlayın.

Hükümet neredeyse tümüyle görüşmeyi reddetti.

Papa sıkı bir biçimde eleştirildi.

“Türkiye sana mezar olacak” diye pankartlar açılan mitingler düzenlendi.

“Gelmesen daha iyi olacak” mesajları iletildi.

Bütün dünya korkunç olaylar, suikastler, saldırılar beklemeye, “Papa cehenneme gidiyor” diye manşetler atılmaya koyuldu.

Sonra ne oldu?

“Bu Türkler acaba beni vuracaklar mı” diye endişeyle gelen Papa’yı uçağının kapısında Başbakan karşıladı, burada büyük bir hüsnü kabul gördü, kendisine övgüler düzüldü.

Ve, Papa yüzünde, “ne olduğunu tam kavrayamayan biraz şaşkınca bir ifadeyle” Sultanahmet Camii’nde müftünün arkasında kıbleye dönüp “kıyama” durdu.

O “korkunç” krizler sırasında muhataplarımız öyle bir geriliyorlar ki çözüm anında gerginliğin ağırlığından kurtulup birden gevşiyorlar sanki.

Bir tür minnet duyuyorlar.

Papa da giderken zaten biliyorsunuz “kalbinin yarısını” İstanbul’da bıraktı.

Halbuki gelmeden önce o bizden, biz ondan nefret ediyorduk.

Şimdi ise birbirimizi çok seviyoruz.

Bizim yerimize Hıristiyanların bir kısmı Papa’dan nefret etmeye başladı.

Sanırım, Papa hala Vatikan’daki odasında “İstanbul’da ne oldu, ben ne yaptım” diye düşünüyordur.

Biz hemen hemen her krizde aynı şeyi yaptık.

Şu ünlü 17 Aralık gecesini hatırlayın.

Geceleyin saat 12’de Avrupa’yla aramızdaki bütün köprüleri atmıştık, “ilişki kopmuş, her şey bitmişti,” saat 12’yi çeyrek geçe ise biz tarihimizin en büyük dönemecini dönmüş, Avrupa Birliği’nin üye adayı olmuştuk.

Biraz daha zorlasak Avrupalılar şaşkınlıktan o gece bizi tam üye bile yapacaklardı.

Bizim stilimiz böyle.

Krizi severiz.

Krizi çözecek olanın “hain” olacağını ilan etmekten de hoşlanırız.

Sonra, son anda hiç beklenmeyen bir manevrayla meseleyi halleder, geçeriz.

Şimdi siz bana Avrupa’yla aramızdaki “Rumlara limanları açıp açmama” krizini mi soruyorsunuz?

Cevabım, genç yorumcuya söyleyeceğim cümle olacaktır.

“Son anı bekleyin, sorun çözülecektir.”

Çünkü biz herkesten daha ağır krizler yaratır…

Herkesten daha rahat o krizi çözeriz.

Muhataplarımız da “kalplerinin yarısını” burada bıraktıktan sonra evlerine gidip “ne oldu” diye düşünürler.

http://www.gazetem.net/aaltanyazi.asp?yaziid=269

Yorumlar kapatıldı.