İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihi anlamak

NİLGÜN GÜRKAN PAZARCI

Kendi tarihimizle ilgili bize anlatılanlar aslında “kim” olduğumuzun da anlatılmasıdır. Kendimizi anlatılan bu bilgiden bağımsız tanımlayamayız. Peki, biz aynen anlatıldığı gibi miyiz? Zaferler, yenilgiler içinde nasıl konumlanabiliriz? Bugün bireysel tarihimiz bize anlatılanla ne kadar çakışıyor? Kendimizi verili olanın dışına alarak geleceğe ilişkin başka bir tahayyülü gerçekleştirebilir miyiz?
Son zamanlarda medyada tarihimizle ilgili üzerinde rahatça konuşulamayan konulara farklı bakış açılarıyla değiniliyor. Bunlardan biri Ece Temelkuran’ın Milliyet gazetesindeki ‘Ermeni diasporası konuştu’ başlığındaki söyleşileri. Diğeri ise Neşe Düzel’in Radikal gazetesinde Cemil Koçak’la yaptığı söyleşi. Cemil Koçak’ın bu söyleşide sarf ettiği “Cumhuriyet’in meşruiyetini sağlamak amacıyla Kurtuluş Savaşı’nın pırıltılı hale getirildiği” cümlesi kimi yazarların da tepkisine neden oldu. Bu yazıların ortak paydası, doğrudan ele alınmasa da tarihin “anlatılma biçimi”. Farklı açılardan geçmişe bakmaları. Koçak örneğindeki gibi “çomak sokmak” türü bir sonuç verse de üzerinde konuşabildiğimiz düzlemi genişletmek açısından yararlı. Temelkuran’ın yazı dizisi ise duyarlı yaklaşımıyla açılım sunuyor. Geçmişe yaşanan acıların bugünkü tortuları üzerinden yaklaşmak tarihsel belgelerin aydınlatabileceğinden daha gerçek, daha netleştirici. Tarihe farklı yaklaşımların her biri tepki alsa da içinde yaşadığımız “dar alanda kısa paslaşmalar” halinde sıkışılan düşünsel alanı ferahlatıcı bir etkisi var. İstenildiği kadar “susun duymak istemiyoruz” densin, beğenmediğimiz statükonun değişmesi, farklı ifadelerden, farklı bakış açılarının dile getirilmesinden geçiyor.

Kabuğundan çıkan ‘anlatılar’
Yaşadığımız ortamda küresel düzeydeki etkileşimler alışılmış olanı kalıbından çıkarıyor. Geleneksel olanın sorgulanıp belirsizliğe girdiği, gerilim ve çatışmaların ortaya çıktığı bir süreç bu. Türkiye’nin bir yandan modernleşmeyi hızla yaşayan bir ulus-devlet oluşu, bir yandan da küresel etkileşimleri, henüz halledemediği gerilimleri farklı etkilerle karşılaştırıyor. Toplumdaki bastırılmış çatışmalar, gerilimler içinden çıkılamaz bir halde çözülemeden yerini yenilerine terk ediyor. Yinelenen rahatça konuşulamayan, konuşulamadığı için hep yüzeyde varlığını sürdüren ve farklı yöne kolayca kanalize olabilen sorunlarla, geleneksel değerlerin aşınıp yerine hiçbir şeyin sağlıklı konulamadığı bir iletişim ortamında yaşıyoruz.
Geçmişle ilişkimiz de bu aşınma/kalıbından çıkma ve yenilenme ikilemindeki zeminin önemli bir katmanı. Öte yandan direnç unsurlarına, statükocu anlatılara rağmen gelişim trendi farklı ifadeleri, çoğulcu bir söylemi yavaşça devreye sokuyor. Tarihini Osmanlı’yı atlayarak Orta Asya’dan kaynaklanan mitolojiyle oluşturmuş bir toplumda Osmanlı ile barışılıyor. Sonra Hain Padişah Vahdettin tartışılıyor. Sonra geçmişi karda çıkardığı kart-kurt sesleriyle ifade edilen toplumun önemli bir parçası Kürtlerle ilgili daha çok şey devreye giriyor ve Ermenilerle ilgili başka anlatılar… İşte sorun bu başka “anlatılar”. Toplumlar değişiyor, ifade olanakları artıyor ve yeni öyküler öğreniliyor, oradan buradan yanlış/doğru, uydurulmuş/gerçek anlatılar. Her “anlatı” bir meşruiyet zemini yaratıyor, bu zeminde kendimiz ve çevremiz hakkında bilgimiz oluşuyor; farklı olan/öteki olan, sapkın ve meşru olan, uzlaşılan/uzlaşılamayan bu zeminde yazılı-sözlü medyayla dolayımlanıyor. Kürtçe, Lazca şarkılar söyleniyor ve TV ekranları yavaşça hegemonik olanın içine sızan şarkılarla birlikte bizi bilmediğimiz-anlatılmayan duygularla tanıştırıyor. Lobilerin, parlamentoların yapamadığını, ikna edemediğini bize iletilen duygular yaratıyor.
Teorik düzeyde de bu aşınma ve farklılaşmaların yansımaları var. Küreselleşme sosyal bilimlerdeki hemen bütün disiplinleri kalıplarından çıkarıyor. Geleneksel aydınlanma yapılarının aşınması tarih disiplinini de belirsizliğe sokuyor ve her şeyin dilsel metinsel bir yapı olduğu, tarihin metinlerarası olduğu düşüncesi etrafında yeni yorumlar devreye giriyor. Metinsel yapı üzerinde duran Foucault, Barthes, Derrida’nın ardından Hayden White tarihi sözsel bir kurmaca olarak görerek, mevcut tarih yazımlarını bir görüşün ikna edici kompozisyonu olarak yorumladı. White’a göre, tarih yazımı kültürel etkilerle inşa edilmiş bilgi, inanç, şifre ve adet biçimlerinden oluşan bir kümeyi temsil ediyordu. Tarih olaylara dayanan bir kronolojiden oluşsaydı, yeniden ve yeniden tarih yazılır mıydı? Onun yorumu tarihe özcü bir açıyla bakanlar için de ölüm fermanı oldu. Fransız yapıbozumculara göre de, tarih kronolojiden yararlanmasına rağmen dile bağımlı ve fark edilebilir tek hakikat “kurgu” olması. Kültürel pratikler ve iktidar ilişkileri doğrultusunda tarih yazımı farklı olabilir yani… Bir toplumda egemen kültür ne ise diğer bütün yorumlar o kültürün anlamlandırma biçimi içinde oluşur, dünyaya o gözlüklerle bakılır. Bu sadece bir ülkenin bir başka ülkeye bakışında değil, egemen grubun bir başka dine, etnik gruba vb. bakışında, yerele, taşraya bakışta etkili. Makro söylemlerin mikro olanı eritmesi gibi…

Sözün denetimi
Dünya değiştikçe anlamlandırma biçimimiz, algılamamız da değişiyor. Nitekim değişen ilişkilerin, toplumsal duyarlıkların, resmi ideolojideki yumuşamaların yansıdığı örneklerden biri ders kitapları. Bu kitapların toplumdaki husumetleri, yargıları yansıtma biçiminde zamanla tartışılma gereksinimi duyuluyor. Toplumdaki “ötekiler” ve “öteki”nin niteleme biçimi konusunda Türkler ve Yunanlıların ders kitaplarındaki olumsuz sıfatları ayıklama çabası, aynı zamanda tarihten kaynaklanan bilginin de değişmesinin bir örneği. Ya da farklı yönde başka örnek, KKTC’deki genç kuşaklara ilişkin olanı. Rumlarla ortak tarihlerini daha sonra gelen iktidarların gözlükleriyle, husumetin tarihi olarak öğreniyorlar ve hayata, geçmişe ve geleceklerine ilişkin yorumları da bundan etkileniyor. Gelecekte daha barışçı bir ortamda bu gençlerin öğrendikleri tarih bilgisi de değişecektir.
Sözünü etmek istediğim, etrafımızda duyduğumuz her farklı sese, anlamlandırmaya tepkilerle tırmanan gerilimler ve bu seslerin toplumun “meşruiyet sınırları”nın dışına konumlanması. Dünya hakkında konuşmanın, yazmanın yolu olarak betimleyici anlamlar, kategoriler kullanıyor, metinler yaratıyoruz. Neler yazılırsa meşru sınırlar içindedir, hangi “anlatı”lar objektif bir kriteri olmayan bu meşruiyet sınırlarını zorlar? Bu sorularla yola çıktığımızda medyanın da dahil olduğu, genel kabul görmüş “anlatı”nın kendimiz ve çevremiz hakkında bir bilgi tarzı olduğu ve de kimliği, algılamayı, imgelemi, söylemi oluşturduğunu-gasp ettiğini, dolayısıyla siyasal olarak oluşturulmuş, değişebilen bir meşruiyet zemininde varolduğunu görüyoruz. Meşruiyet zemini, hangi anlatıların baskın olduğunu bize hatırlatır ve bu anlatılar bir denetleme biçimidir. Birileri bizi yazmıştır ve yazmaya devam edecek, kim olduğumuzu söyleyecektir. Birarada yaşayanların ortak tarihi “yazılmıştır”. Totaliter bir anlatımdır bu (ve emperyalizmle yanyana gider). Birbirlerini hiç tanımayan insanların ortak tarihi ne çok şeyi barındırır aslında! Neler unutulmuştur acaba? Bu nedenle tarih yazmak yapmaktan daha zordur. Hiçbir tarih, geçmişi yaşamayanlar için geçmişe tam olarak karşılık gelemeyecektir. Ortaklıklarımız üzerine düşünmek, kavramak, empatik olmak. Farklı bir tahayyül için mitlerimiz, anılarımız, sembollerimiz sürekli yenilenmeli ve yeniden anlatılmalıdır. Sıkıştığımız alandan kurtulmak, “başka” bir tahayyüle, başka öykülere, anlatılara izin vermekten geçiyor.
NİLGÜN GÜRKAN PAZARCI: Öğretim üyesi
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6465

Yorumlar kapatıldı.