İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kültürlerarası yurttaşlık ya da ortak dertleri konuşabilmek

Ferhat Kentel

Sarfettiği sözlerle kriz yaratan, medeniyetlerarası gerilimin daha da tırmanmasını tahrik edebileceği korkusuna neden olan Papa geldi… Bu ziyaretin “medeniyetlerarası çatışma”ya mı yoksa “medeniyetlerarası ittifak”a mı daha çok hizmet edeceği önümüzdeki dönemlerde daha iyi anlaşılacak. Gerçek etkisi yıllar sonra anlaşılacak belki ama şimdilik (yani ilk günkü izlenimler gözönüne alındığında) Papa hazretleri hal ve tavırlarında olağanüstü bir dikkat ve özen gösteriyor. Türkiye’de bulunmanın “gerektirdiği” bütün “saygı” kurallarını yerine getiriyor. Papa’nın gösterdiği bu “özen”e Türkiye’nin devlet ve hükümet erkanı da aynı “özen”le karşılık veriyor. Yani durum fena değil gibi görünüyor; en hafif deyimiyle “gergin” bir dünyayı, biraz olsun “yumuşatacak” ilişkiler iyi sonuçlar doğurabilir.

Devletlerarası, hatta “dünyalararası” makro ilişkiler düzeyinde cereyan eden bu ziyaretin yankısıyla karşılaştırılamayacak kadar “önemsiz” gibi görünse de, geçtiğimiz hafta sonu İstanbul’da, seremonisi ve protokolu olmayan, fakat çok daha samimi ve derin; içeriği itibariyle çok önemli başka bir karşılaşma gerçekleşti.

Bu karşılaşma, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, HYD (Helsinki Yurttaşlar Derneği) ve İspanya’dan CIDOB Vakfı (Barcelona Uluslararası Bilgi ve Dokümantasyon Merkezi)’nın işbirliğiyle düzenlenen “Kültürlerarası Yurttaşlık – Siyasal Katılım ve Müslümanlar” adını taşıyan konferansta yaşandı.

Toplantıya, Türkiye’nin yanısıra, Fas, Suriye, İran, İspanya, İsveç, Fransa, İsveç, Hollanda ve Belçika’dan akademisyenler, sivil toplum kuruluşlarında faaliyet gösteren kişiler ve gazeteciler katıldı.

Konferans kendini giderek daha da açık bir şekilde gösteren bir sorundan hareket etmişti: Sorun, 11 Eylül ve izleyen yıllarda, İspanya, Türkiye, Fas ve İngiltere’deki terör saldırıları sonrasında dünya çapında ortaya çıkan “İslamofobi” (ya da Müslümanofobi)’yle paralel olarak “Modern Batı” ve “Müslüman Doğu” arasındaki gerilimdi.

Gerilim çok açık: bir yandan Irak’ı cehenneme çeviren ABD’nin, Filistin’i av sahasına çeviren İsrail’in Müslümanlarda yarattığı onmaz yaralar ve Batı’ya karşı uyanan nefret; diğer yandan otoriter laikliğin uygulandığı ülkelerde İslami tezahürlere atfedilen tehdit algılaması ve ötekileş(tir)me ve bunlara bağlı olarak İslam çevresinde oluşan kimlikleşme… Sonuç olarak neredeyse yanı başındakinin bile duyulamaz hale geldiği bir kamplaşma ve kutuplaşma hali…

Bu nedenle, konferansta, özellikle ABD ve Avrupa’da yaşayan göçmen kökenli Müslüman nüfus ve bulundukları ülkelerdeki nüfusla ilişkilerinde ortaya çıkan çatışmalı duruma ek olarak, bu coğrafyanın çevresindeki ülkelerde sorun olarak yaşanan “İslam ve laiklik” ya da “İslam ve Hıristiyanlık” ilişkilerine “sivil yaklaşım” ve “sivil çözüm” perspektifiyle yaklaşmanın yolları ve dili arandı.

Bu yollar ve dil çok önemli; çünkü “din ve siyaset” çevresinde hâkim olan söylemlere, hatta bu alandaki bilimsel olduğu söylenen analizlere bile tutkular ve stereotipler sinmiş ve kimliğin altında adalet arayışı görünmez hale gelmiş durumda.

Bugün, neo-liberalizmin dilinin hakim olduğu dünyada, sosyal adalet talebini dile getirecek kapsamlı bir dil yok. Ancak, bu sosyal adalet talebinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Sosyal adalet arayışı belki çok daha kurnaz, çok daha melez direniş yollarıyla, daha doğrusu, bulunabilen yollarla ifade ediliyor; ancak aynı zamanda “sosyal adalet”e ilişkin açık bir söylem kullanmadan, küresel ve ulusal düzeylerde çok daha sertleşen bir dille gündeme getiriliyor..

İşte bu arayışın yeniden dillenebilmesi gerekiyor. Ve öncelikle, “kimlikleri” ve bir kimlik olarak Müslümanlığı “sorun” olmaktan çıkarmak gerekiyor. Çünkü Müslüman veya Hıristiyan ya da ateist; Türk veya Kürt ya da Fransız veya Arap bu adaletsizlikleri, korkuları ve talepleri ortaklaşa yaşıyorlar. Çünkü özellikle Doğu’nun veya Batı’nın kentlerinde, kenar mahallelerinde insanlar yurttaşlığa ilişkin sorunları ortaklaşa yaşıyorlar; ancak deneyimleri de ortaklaşa paylaşıyorlar.

Gündelik hayat içinde, “medenileşmeye” dayanan modern yurttaşlık kurgularını ya da kimlik kurgularını ve ötekileştirmeleri aşan bir “kültürlerarası” durum zaten var ve buradan –şimdilik- öngörülmeyen bir “kültürlerarası yurttaşlık” kurgulanıyor. Başka bir deyişle, şimdiki zamanda “dili olmayan” bu yer, muhtemelen modern ulusal yurttaşlık ile gelecekte kurgusu daha da netleşecek yeni bir kültürlerarası yurttaşlık arasında bir köprü oluşturuyor.

Dolayısıyla bu yeni dili kurmakta çok önemli bir aşama, küresel güç ilişkileri içinde hakim olmuş kutuplaşmanın dinamiklerini çözümlemekten geçiyor. Kamusal alanda “normal” ve “nötr” olarak kabul edilmiş, ancak aslında iktidar ilişkilerini gizleyen uygulamaları; dışlama ve aşağılama mekanizmalarını, ama aynı zamanda kimliklerin cemaatleşen yapıları içindeki totaliter eğilimleri açığa çıkartmak gerekiyor.

Bu konular önemliydi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde düzenelenen ve “kültürlerarasılığın” konuşulduğu toplantıda bunlar enine boyuna tartışıldı. “Nelerin” konuşulduğu önemliydi ancak belki de daha da önemlisi bunların “nasıl” konuşulduğuydu.

Toplantıya katılanlar bu meseleleri, sahip oldukları, “farklı konumlar”, “farklı renkler”, “farklı haklılıklar” ve “farklı korkular” nedeniyle, bu farklılıkların beslediği kamplardan, “biz – siz”, “biz – onlar” diliyle konuşabilirlerdi… Ancak böyle olmadı; ortak dertleri olan insanlar, kutuplaşmanın yarattığı ve veri olarak kabul edilen “kurgulardan” hareketle konuşmadılar. Bir araya geldiler ve Alev, Ana, Bernard, Burhan, Erik, Hidayet, Mohammed ya da Yolanda olarak konuştular.

Gündelik hayatta yaşanan “kültürlerarasılık” bizzat onların arasındaki entelektüel platformda gerçekleşti… Bu nedenle sınırlar kalktı ve hemen hemen her şeyi konuştular; diğer insanlarla ortak bir meseleyi, ortak dertlerini konuştular…

http://www.gazetem.net/fkentelyazi.asp?yaziid=300

Yorumlar kapatıldı.