İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Hem Şarkı Söyleyip Hem Nefret Edemezsiniz”

——————————————————————————–
BİA Haber Merkezi
25/11/2006 Tolga KORKUT
——————————————————————————–
BİA (İstanbul) – Aşağıdaki söyleşi, Kasım 1997’de, İstanbul’da bir otelde gerçekleşti. Kısa bir versiyonu artık yayında olmayan haftalık bir TV dergisinde, sesli versiyonu da Açık Radyo’da yayınlandı. Tam metin, ilk kez yazılı olarak bianet’te yayınlanıyor.

Buenos Aires’le başlayalım.

Güzel.

Ne diyeceksiniz Buenos Aires’le ilgili?

Ah. Siz İstanbul gibi büyük bir şehrin duyarlılığına sahipsiniz. Karşılaştırmayı sevmem -mekanları karşılaştırmak nedir ki- ama, İstanbul doğalın, özel coğrafi bir öze sahip. Ama Buenos Aires öyle değil. Düz bir şehir. Güzel mi güzel bir şehir. Bu fizik yapısı. Topluma gelince, her toplumun kendi karakteri vardır. Orada doğdum, eğitildim, orada 21 yıl yaşadım. Yani, temel eğitimi Arjantin’de aldım. İyi de ettim. Yakınmıyorum. Evet… Şimdiye kadar, dostlukların kaynağı oldu; dost edinmeyi öğrendim. Galiba iyi öğrenmişim ki, daha sonra dost edinmekte zorlanmadım.

Orada hâlâ dostlarınız var o zaman…

Tabii. Bakın benim bütün dünyada dostlarım var. Bugün yeni bir dostum daha oldu. Siz.

Sağolun.

Elbette. Orada hala bir öğretmenim var. Çok önemli bir öğretmen. 85 yaşında. Onu sürekli ziyaret ediyorum.

Müziğe Buenos Aires’te başladınız.

Müziğe başlandığına inanmıyorum. Müzik zaten vardır, sonsuzdur, içine doğduğumuz doğal bir dildir. Bütün insanlar, hem dansçı hem müzisyendir. Kanıt mı istiyorsunuz. Yeni doğmuş bir bebek. Bebeğin annesiyle iletişim kurmak için bildiği, tek dil şarkıdır. Bu gezegendeki her anne de bebeğine şarkı söyler. Her anne. İşte bu müziktir. Bir dildir. Müziğin pratiği, istemli ya da istemsiz, süreklidir. Elinize bir çalgı aldığınızda şarkı söylemeye devam edersiniz aslında. Çalgıya söylersiniz. Öğrencilerime sık sık söylediğim bir şey var: “Klarnet ruhumun mikrofonudur.” Konuştuğumuzda, aramızda konuşurken, bir mesajı iletmek için farklı modlarda şarkı söylüyoruzdur aslında. İşte burada, iletişimin sözsüzlüğünde, mesajın özünü bulursunuz: müzik. Her din, her kültür, müziği iletişim kurmak, ifade etmek, paylaşmak için kullanır. Sanat dediğimiz şey, burada ister istemez konumuz müzik oluyor, havanın ve suyun dengidir. Havasız ve susuz yaşayamayacağınız gibi, dans etmeden ve şarkı söylemeden de yaşayamazsınız.

Bu küçük ders için sağolun. Müzik bir dilse, o zaman çok dil var, siz de birçok dili konuşabiliyorsunuz demek bu klarnetinizi…

Sözünüzü kestiğim için özür dilerim. Ama, tek dil müziktir. Varolan tek dil müziktir. Mavi dediğinizde, mavi rengi bir referans noktası olarak gösterirsiniz. Ama kaç tür mavi vardır? Sonsuz. Müzik bir renktir. Çok farklı yollarda kullanılabilir. Bana çok dil biliyorsunuz dediğinizde ne kastettiğinizi tam olarak anlamadım, o yüzden yanıtım yanlış da olabilir. Ama, bu klasik müzik, bu folklor, bu Türk müziği, bu Polonya müziği,bu Güney Amerika müziği dersek sınırlanırız. Bunlar başlıklardır. Bir örnek vereyim. Chopin seviyorum diyelim. Ama Polonyalı değilim. Lehçe bilmem. …. Coğrafyanın müzikle ilgisi yoktur. Tangoya bakın. Benim için tango da Yahudi müziği de müzik dilini “kullanmanın” ilk iki türüydü. Doğru söylüyorum. Bakın siz Türksünüz. Bu sadece ben tango söyleyebilirim, sadece ben tango dansı yapabilirim demek değil…Yahudiysem Ave Maria çalamaz mıyım? Katolik müziğidir… Gördünüz mü? Müzik sözcüğünü açıklamak, üzerinde durmak bu yüzden önemli. Çünkü müzik “kutsal tutkaldır.” Siz bana sormadan, ben söyleyeyim: “Peki askeri marşlar ne oluyor?” Askeri marş, bir fiziksel durumun uyarlamasıdır. Ama marş bir “baletto”dur. Nefret içeren sözleri olan şarkılar yok mu? Ama, bu sözlü iletişimdir. Müzikal iletişim değil. Bu müzik Yahudi düşmanı, bu müzik Türk karşıtı diyemezsiniz. Bu sözcüklerde olur. Bir başka şey: Müziğin gururu yoktur. Bir örnek vereyim. Boru suyu taşır ama, üretmez. Vücudum bir borudur. Bir kanaldır. Ruhumu taşır. Ama ruhla iletişiriz.

Biraz önce tangodan bahsettiniz.

Sevdiğinizi görüyorum.

“Clarinetango” en sevdiğim albümlerinizden. O nasıl ortaya çıktı?

Zorunluluktan. İçimdeki tango sesini dışa vermek bir ihtiyaçtı. Devam de edeceğim. Buenos Aires’e gidip ikinci bir tango albümü yapacağım.

Dans da ediyor musunuz peki?

Dokunaklı bir yere parmak bastınız. İlginçtir. Benim için dans etmek zor. Kişisel bir dert bu. Daha önce de söylediğim gibi,dans etmeyen biri olamaz. Ama bazen çok güzel dans eden genç insanları gördüğümde, dans etmeye çekiniyorum. Eğer güzel Türk kızları davet ederse ederim tabii..

O zaman kimin davet ettiğine bağlı…

O oo! O ooo!

Peki -şimdi bu adlandırmayı da sevmeyeceksiniz ama- çağdaş tangoyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Öyle bir şey yok! Çağdaş diye bir şey yok. Müzik şimdiye aittir. Çağdaş diyorsunuz… Bach eski midir peki? Müzik bugündür. Gördünüz mü? Müzik ne dündür ne yarındır. Bugünün bir dışavurumudur. Öğrencilerime şöyle diyorum: “Adım insan, yaşım şimdi, istediğim hiçbir şey…” Hiçbir şey istemediğim için, her şeyi verebilirim. Sanatla uğraşmak istiyorsanız, meseleye böyle bakmalısınız. “Yaşlıyım, gencim, şöyleyim, böyleyim, yeteneğim var” diyemezsiniz. Çünkü herkesin şarkı söylemeye ve dans etmeye yeteneği vardır. Çünkü bunlar ihtiyaçtır… Ha, bu sözlerin Batı’ya ait olduğunu görmeliyiz. Tabii bu görece. Çünkü daha Türkiye’ye geldiğinizde, türlü türlü folklor, kültür, din, müzikal dışavurum görüyorsunuz… Hatta, hatta… Yunanistan ve Türkiye arasındaki politik sorunlarda bile,Türkler ve Yunanlılar birbirlerinin şarkılarını, sevgiyle söylüyor. İşe burada, müzik için gereken temel öğeyi, müziğin pilini görüyoruz. Dikkat edin: Aynı anda hem şarkı söyleyip hem nefret edemezsiniz. Ya nefret edersiniz, ya da şarkı söylersiniz. Bu bize, nefret dediğimiz bu enerjinin üstesinden gelmeye ne kadar yakın olduğumuzu gösteriyor. Nefretin doğal olup olmadığını bilmiyorum ama, şarkı söylemenin nefretin çaresi olduğunu biliyorum. Çünkü şarkı daha enerjiktir. Bu matematik kadar basittir.

Öyleyse bütün dans neşesi, hayat neşesi, şarkı neşesi sözleri buradan geliyor.

İtiraf etmeliyim öyle. Benim sorunum şu: İnsanların kavga ettiğini gördüğümde, nefreti, saldırganlığı gördüğümde, kendimi güçsüz, iktidarsız hissediyorum Çünkü sevgiye o kadar yakınlar ki. Bu insanların kanalını açmayı nasıl başarırım? Çünkü dünyaya birlikte yaşamak için geldik. Bu gece konsere çıkacağım, konser ya da performans, ne ad verirseniz, ama gerçek, o mekanda kutsal tutkalla bir araya gelme ihtiyacımızdır. Kendi, hayatım sevgi dolu, ışık dolu. Ama aynı zamanda hüzün dolu. Çünkü şu anda bile, çelişkiye bakın, insanlar bir şeyin adına, tanrı adına örneğin savaşıyor: Pakistan, İran, İsrail, Afrika, … Devam etmek istemiyorum; utanıyorum çünkü. Utanıyorum. İnsanı maskesinden bir soyundursak sevgi havuzuna dalacağız. Bir sevgi havuzunda yüzüyoruz.

Bu beni başka bir yere götürüyor. Hayatın bu denli “hayatla” dolu olabilmesi için, daha önceden ölümle yüzleşmiş, tanışmış olmanız gerekiyor…

Tanrı sizi korusun. Tanrı sizi korusun. Bu itiraf değil, bana bu soru hiç sorulmamıştı şimdiye kadar. Hayatın en nazik tarafı şu: Şu bedensel hayatımda bir kez, fiziksel olanla -fiziksel olanı çıkardığınızda geriye kalan şeyin- görünmeyen ruhun arasındaki hareketi, yolu anlamak için, tamamıyla berrak, bilinçli ve sağlıklı olmak istiyorum. Ruhu görmüyoruz, hissedip anlayabiliyoruz. Dikkat edin: Müziği görmeyiz. Çünkü o, ruhtur. Görmediğimiz ruh. Beden bir görünüm, belirtimdir. Su içmek istediğimde bir kaba, bardağa ihtiyacım var. Bardaksız su olmaz. Ruh, ona neyi atfederseniz edin, bedenle ifade bulur. Bu beden öldüğünde, ruh dışarı çıkacak. Ve geri dönüp onarmaya devam edecek. Bunu fark etmediğimizde, zamanı ıskalarız. Toplumda ölüm üzücü bir şeydir. Gündelik hayatın üst eylemidir. Bilemiyorum, belki de bunu söyleyen, ruhunu dışarı vereceğini bilen insanlar vardır. Ama Batı’da genellikle, ölüm bir trajedidir. Bu bizimle ilgisi olmayan tamamıyla yanlış bir yaklaşımdır. İlgisi yok gibi belki ama, bir keresinde bir öğretmenim bana, “Doğum gününü vereceğin bir konserle kutlayacaksın. Sonra seni öldürecekler.” demişti. Haklı. Çünkü 62 yaşındayım. Daha ne kadar yaşarım bilmiyorum. Ama “Artık yaşlıyım” diyerek eceli yumuşatamazsınız. Yaşlı değilim. Siz de genç değilsiniz. Çünkü her şey şimdidir. Biraz önce bana “çağdaş” dediğinizde ben de size “Bach eski midir?” diye sormuştum. Şimdi diye anlayışımız var. Zamana yanlış yaklaşıyoruz. Zaman yapay bir şeydir. Gece ve gündüz diyoruz. Güneş yükseldi diyoruz. Yanlış. Güneş hareket etmiyor. Zamana bağımlıyız. Zaman hızlı akıyor, yavaş akıyor, çok yaşlıyım diyerek zamana prangalıyoruz kendimizi. Zaman kavramı bizi öldürüyor. Her şey şimdide.

Ama yine de en azından vücudun bir zaman duyusu yok mu sizce?

Zaman duyusu da ne demek?

Nesnel olarak zaman yok diyorsunuz. Ama vücudumuz zamanı “hissetmeye” şartlanmış değil mi?

Çünkü böyle eğitiliyoruz. Birisi bana saat 3’te randevun, 8’de konserin var deyip duruyor. Bütün hayatınızı saatle hesaplıyorsunuz.. Bu da bizi öldürüyor. Bu gezegenin dışında biri zamanın kanıtını bulmuş olabilir, ama biz dışarıda değiliz ki, içerideyiz. Ne ilginç. Hayat sanatıyla ilgili gereken o kadar az bilgi var ki. Hindistan’a, Tibet’e gitmeye gerek yok. Sürekli, sürekli zamana karşı, anlamadığımız bir şeye karşı savaşıyoruz. Bir sınırı tutmaya çalışıyoruz. Bunun için savaşıyoruz. Sınır insanları neden ayırıyor da bir araya getirmiyor? Dans gibi, müzik gibi, renk gibi. Bir Yunan rengi var, Türk rengi var. Ama bir sınır var ve insanlar savaşıyor. Neden daha çok şarkı söylemiyorlar? Neden politikacılar ellerine bir çalgı alıp oda müziği yapmıyor? Çok ciddiyim. Biliyorsunuz 18 yıl İsrail Filarmonik’te çalıştım, senfoni orkestrasının ne olduğunu bilirim. Yüz, doksan kişi bir araya gelip aynı anda çalar. Birlikte. Bu insani ilişkinin, motivasyonun göstergesidir. Oda müziği de öyle. Örneğin bebeği için şarkı söyleyen anneyi gözünüzün önüne getirin. Tararirarara… (Happy Birthday) Bana birinden nefret ettiği için bu melodiyi söyleyen bir tek kişi gösterin. Böyle biri yok. Milyonlarca kişi sevgiyle bu şarkıyı söylüyor dünyada. Eğer kavga sözcüğünden kurtulabilirsek, beynin, vücudun bilgisayarındaki bir diğer insanın canını alma eğiliminden de kurtulabilirsek -bir tek sözcük: kavga- bütün gezegen tamamen farklı bir yer olacak sanırım.

Şimdiye kadar hep müziğin sevgi dolu, neşeli yanından bahsettik. Ama -daha çok folklorde- müziğin daha acılı bir dışavurumu yok mu? Ağıtlar örneğin…

Bakın. Dinlere bakın. Bütün dinlere. Günün farklı saatlerinde edilen farklı dualar edilir -bu arada zamanı böyle anlamadığımı biliyorsunuz. Neden? Çünkü hepsi gezegenin o andaki konumuyla ilgilidir. Bu anlarda gezegene gelen enerji, gezegenin içine işleyen elektrik farklıdır. Dua, bir teşekkür ifadesi olarak, bu enerjiyle bağlantı kurmaktır. Bir zaman sorunu değil bu. Günde beş vakit ibadet etmek bu nedenle bir mecburiyet değil, bir ihtiyaç Ruhsal bir yemeği bu anda yemek, gezegenin bu konumunu yakalamak. Bu arada, müzik dediğimiz din dışında bir dinim olmadığını söylemeliyim. Ama size gezegenin konumuyla ilgili kendi deneyimimi anlatacağım. Eğer, gezegene ışık çoktan düşmüşken, sabah uyanırsam, günü kaçırırım. Ama karanlıkta uyanıp ışığı yakalarsam, o büyük enerjiyi yakalarım. Bir tek örnek vereceğim, herhangi bir din, neden bir günü, diyelim 12 Aralık’ı, kutsal sayar, takvimde belli bir güne denk geldiği için değil. Çünkü gezegenin o günkü konumu bize enerjiyi alma olanağı tanır. Bence, biz müzisyenler, bu anlayışa sahip olamadığımız sürece, müziği paylaşmak konusunda, o kadar özgür olamayız.

Sanatta özgürlüğe gelince -cehaleti kastetmiyorum, cehalet bir hakaret değildir- sınırlara küstahça saldırırız. Çünkü ruhla karşılaştırıldığında, bu beden zaten sınırlı. Sınırlıyız. Ama, sanatta, eğer beynimiz de sınırlı olursa, durum pek iyi olmaz. İyi nedir, kötü nedir, belirsiz ama… Ben bile, insanlara müzikle hizmet etme iznini vermiyorum kendime. Çok nazik bir şey bu. Çünkü ruhtan ruha bir konuşma bu. Eğitimini aldığımız sözcüklerle ilgisi alakası olmayan bir dilde konuşmak. Sadece müziğin bir dil olduğunun farkına varırsanız mümkün. Rengin bir dil, hareketin bir dil olduğunun. Heykelin, beyninizin düşleyemeyeceği biçimleri karşınıza çıkardığının farkına varırsanız mümkün. İşte bu özgürlük.

Sorunuz için teşekkür ederim. Tanrı sizi korusun. Çok ilginç bir ülke burası. Gezegenin burası, İstanbul, çok enerjik, çok şiirsel bir yer. Hatta geçen yıl burada kaldıktan sonra, bu kez gelmeden önce, karıma “Birkaç gün önce gel ve İstanbul’da kal. Bilgi edinmek için.” dedim. Çünkü burada çok sıradışı bir toplum var. Gezegenin bu noktası bambaşka bir enerji veriyor insana…

Bu arada, biraz önce şiirden bahsettiniz. Sanırım, şiir de sanatınızın özlerinden biri.

Şiir, bir dengedir. İki dil arasında, sözlü dil ve müzik arasında yüksek bir dil. Hala ikisini bir araya getirebileceğimiz bir noktayı arıyoruz. Sohbetin, insanlar arasındaki sohbetin sonucu bir şarkıdır. Biz bir şarkıyı konuşuruz. Hiç bilmediğiniz bir dili konuşulurken dinlediğinizi düşünün, aslında bir şarkı dinliyorsunuzdur. Ve “Aman ne güzel dil” dersiniz. Şiir ise bir başka ihtiyaçtır. Bir gereksinim. Kendimizi ifade etmek için gereken kanalı araştırmak içindir. Umarım insanlar şunu anlar. Hepimiz, dünyaya bize uygun işleri yapmak üzere geliriz. Benim bana uygun işi yaptığım yolunda spekülasyonlar var. Ama, çocukları eğitirken… Diyelim çocuk, “Ben tuba çalmak istiyorum” dedi. Anne de “Saçmalama. Delirdin mi? Çok büyük bir çalgı o. Bütün hayatını pu pu pu diye üfleyerek mi geçireceksin. Keman çal, daha iyi.” dediğinde, çocuk bütün hayatı boyunca kemandan nefret ediyor. Çünkü çocukları dinlemiyoruz. Çocuk “Polis olmak istiyorum” dediğinde “Olmaz öyle şey. Çok tehlikeli. Bilgisayar daha iyi.” dendiğinde çocuk iyi bir iş de olsa bilgisayardan nefret ediyor. Çünkü adam çocuğunu dinlemiyor. Bu defalarca tekrarlanıyor. Toplumumuz çocukları dinlemiyor. Çocukluğumuzu hatırlamıyoruz. Çünkü böyle eğitiliyoruz. Çocukların düşlerine fantezi diyoruz; hayır onlar fantezi değil, gerçeğin bir fantezisi. Yedi yıl önce büyükbaba oldum. Resmen çocuklarımla savaşıyorum. Yaptığım çocuklarımda hataları düzeltmek için savaşıyorum. Çünkü 61 yaşındayım. Eskiye göre daha çok şey biliyorum. Çocuklarını dinlemelerini söylüyorum. Kendi çocuklarımın gözlerini açmaya çalışıyorum. Eğitimimizin sonucunda çocuklarımla ilgili bir hata yapmışım ya da karım bir hata yapmış. Ama şimdi torunlarımla bu hatayı düzeltme şansım var. Bu küçük adamlardan biri beni daha önce başka bir yerde gördüğünü söyledi bir kere. Yaşadığım yerde. Uçarak gidilen bir yerde. Doğru Amerika’da bir evim var. İnanamadım. Benim oraya nasıl gittiğimi anlatıyor, arkadaşlarımın adını veriyordu. Bu küçük adam geçmişten bahsediyordu. Kendi oğlumun bile -bu arada çocuklarımı kötülemek istemem, gerçekten çok iyi çocuklar- ama, bir büyükbabaları kadar çocuklarını dinleyip dinlemeyeceklerini bilmiyorum. Çünkü çocukları dinlemeyi öğrendim. Harika bir bilgi bu. Çok önemli bir şey: Bütün çocuklar aynıdır. Kendilerine şarkı söylenmesini isterler. Şarkı söylemek ve dans etmek isterler. Ağlayışlarını düşünün. Ana babalar ağlamayı nasıl keserler? Sağa sola sallanırlar; dans ederler. Anlaşılması çok kolay bir şey daha söyleyeyim. Daha önce müziğe beşlenmez, çok daha önce bilinir demiştim. Çünkü müziği daha bebekken emeriz. Anne çocuğunu kucağına alıp omzuna yatırdığında, konuşur, şarkı söyler. İnsanlar, “yürümeyi öğrenmek” der. Hayır. Yürümeyi öğrenmezsiniz. Bacakların hareketi zaten beyinde vardır. Ama biz “senkronizasyon” dediğimiz şeyi öğreniriz. Bu durumda klarneti ele alırsanız, zaten beyninizde şarkı söylemeyi biliyorsunuzdur. Öğrendiğiniz, doğru parmağı doğru tuşa basmayı sağlayan senkronizasyondur. Klarnet çalışmazsınız. Zaten bildiğiniz bir şeyi yapak için dilinizi parmaklarınızı senkronize etmeyi çalışırsınız. Batı’nın temel trajedisi şudur: Bildiğimizi bilmeyiz. Doğu’ya, örneğin “istediğim hiçbir şey” demeyi öğrendiğim Hindistan’a bakın. İstediğim hiçbir şey, çünkü zaten her şeyi biliyorum. Açığa çıkarmam gerek. Bana “Öğret bana!” diye gelenler yanlış yapıyor. Ben de “Sen zaten her şeyi biliyorsun. Ben sana bildiğinle bağlantı kurman için yardımcı olacağım” diyorum. Bach’ı bilmemek de öyle çok önemli bir şey değil. Bach’ı bilmemenin nedeni, hiç Bach dinlememiş olman, o kadar. Ama birçok çocuk Bach’ı nasıl öğreniyor? Kiliseye gidip, büyük bir sesi, bir mesi dinliyorlar. Mes dinleyerek hayatın özüyle, kaynağıyla bağ kuruyorlar. Ama “Konser salonunda sıkıcı klasik müzik var” diye gitmiyorlar. Ama daha pazar günü kilisede aynı şeyi dinliyorlardı. Gördünüz mü? Konser salonları bu yüzden boş. Bu eğitimin, müzisyenlerin eğitiminin bir sonucu. İsrail Filarmoni Orkestrası çok büyük bir orkestradır, o bile seyirci kaybetti. Beethoven ya da Brahms çaldıkları için mi? Hayır. Çünkü müziği paylaşmak üzere eğitilmiyoruz. Sanatta önemli bir nokta, çok nokta var gerçi ama, yüzümüzü Doğu’ya çevirmeliyiz. Sanat yapmanın sonuçlarına bakmalıyız. Bir de politikacılara çok yüz vermemeliyiz, çünkü herhangi bir finansal sorunda, ilk kestikleri şey sanat oluyor. O zaman da besini kesmiş oluyoruz. Boğazımızdan kesiyoruz.

Herkes dans edip şarkı söyleyebildiğinde, sanat sözcüğünü unutacağız. Şimdi sanat diye bir sözcük var, çünkü yalnızca Picasso’nun resim yapabileceğine inanılıyor. Ama doğru değil. Siz de ben de Picasso’yuz. Resim yapabiliriz. Her insan yapabilir. Her insan rengi açığa çıkarmak için renkleri bir araya getirebilir. Ama -bakın yine aynı yere geldik- bunun için eğitilmedim. Ama hayatımın bir yerinde “Dur bir dakika. Ben de dans edebilirim. Ben de resim yapabilirim” dedim. İşte bu bana inanılmaz bir özgürlük verdi. Bu yüzden farklı sanat biçimlerini bir araya getirmeye bayılıyorum. 

http://www.bianet.org/2006/11/24/88204.htm

Yorumlar kapatıldı.