İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ESKİ POP-STAR, YENİ MEYHANECİ MARTEN YORGANZ’LA “FELEKTEN” GECE ‘Türkiye’dekiler daha Ermeni kaldı!’

Ece Temelkuran

Paris’teki meyhanesinde Yeni Rakı eşliğinde Ermenice ve Türkçe şarkılar söyleyen Marten Yorganz, ‘Ne 6-7 Eylül’ü, ne ‘soykırım’ı. Ben Paris’e Johnny Halliday olmaya geldim’ diyor. Diaspora hakkında konuşuyoruz. İstanbul’a yaptığı geziden söz ederek anlatıyor: Burada ne kilise var doğru dürüst ne okul. Türkiye’dekiler daha Ermeni kalmış bana göre…

Ve Ermeni Diasporası konuştu – 6
FOTOĞRAFLAR: Yurttaş Tümer

‘Ya sev ya terk et!’
Dil öyle bir değişir ki bir gün, o slogan bile bizim olur. Hep beraber yaşamak isteyenlerin, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyenlerin olur, o en kendinden başka kimseyle yaşamak istemeyenlerin sloganı.
“Ve diaspora konuşuyor” yazı dizisi, hayaletlerin çocukları üzerine, yaşayanların artık konuşması için yaptığımız bu dizi sürerken, elbette tepkiler ve destek mektupları geldi. Tepki mektuplarından kıymetli olanları “Ama biz de öldürüldük” diye başlıyordu.
Doğrudur, onlar da anlatılmalı bir gün. Suçlana suçlana acısı gayrı meşru ilan edilmiş insanlar da konuşmalı, doğrudur. Destek mektuplarından ise bilhassa doğu illerinden gelenlerden bazıları vardı ki, nicedir saklanmış bir kaybın yasını tel tel, uzun uzun çözer gibiydi. Saçlarını taraya taraya ağlayan kadınlar gibi…
Kim bilir belki de siz, tıpkı benim Paris’e gitmeden önce söylediğim gibi, “Bu konunun bizimle ne ilgisi var? Niye bir şey hissetmeliyiz ki?” diyorsunuzdur. Ben de öyle derdim, geçmişte birtakım iktidarların yapmış olduğu bir kötülük niye bana bir şey hissettirsin ki? Ama düşünelim biraz, düşünmeye cesaret edelim.
Şimdi bugün Hutular Afrika’da Tutsileri kesse ne fena oluyor içimiz. Nazi toplama kamplarını gösteren filmleri izlesek şimdi bazen izleyemeyecek kadar fena oluyoruz. Çeçenya’da, acısından karanlığa bürünmüş dul kadınlar kocalarının intikamını almaya yemin ederken donuyor kanımız. Filistin’de acıdan yol yol olmuş yüzleriyle çocuklar taşları fırlattığında, Irak’ta kadınlar yıkılmış evlerinin önünde buz keserken, Lübnan’da bombaların altında beklerken çocuklar… Hepsine bir şey hissediyoruz da bu konuda neden bir şey hissetmiyoruz? Tuhaf değil mi?

Ölülerimiz pazarlık konusu
Birileri bize uzaklardan diyor ki, “Bizim anneannelerimiz, dedelerimiz yok oldu bu topraklarda.” Hep “suç” bizden uzaklaşsın diye mi dinlemiyoruz onları? Suçlanmaktan yorulmuş olmak mı bize uzak kılıyor eski kardeşlerimizin acısını?
Bir de düşünürseniz onların bize gösterildiği gibi olmadıklarını… Paris boyunca gördük ki ne diaspora yekpare ve homojen, öfkeden müteşekkil bir gövde ne de biz orada gösterildiğimiz gibi suçlanmaktan korkup konuşmayı reddeden insanlarız. Üstelik iki tarafın da kendisiyle ilgili bilmediği, görmediği, görse bile söylemeye cesaret edemediği şeyler var hâlâ. Daha da fenası, dışarıdan “bizi” izleyenler, Ermenileri ve Türkleri bilmiyorlar, hâlâ iki tarafın da içi yana yana aklının arkasından geçirdiklerini. Ölülerimizi, iki tarafın da ölülerini böylece pazarlık konusu ettiriyoruz Avrupa’nın diplomasi masalarında.
Ne olacak peki? Devletler bildiğini okur, diplomasi hep kendine göre. Ama, halkların yapması gerekenler var şimdi. Sonra devletlerinin yapacaklarını etkilemek üzere yapmaları gereken şeyler var halkların. Şöyle…

Çiftetelli Ermenico
Fena halde klişedir fakat anlatmak isteyip de anlatamadıklarımızı biz, bu topraklarda ya hep beraber halay çekerek ya da hep beraber ağlayarak hallederiz. Ki diaspora da Anadolu’dur, söylemek gerek. Ve şimdi bu yazı dizisiyle beraber ağlamanın yolu bir arpa boyu açıldıysa ne şahane. Eğer öyle ise şimdi de halayda bir arpa boyu yol gitmek lazım diye bu yazı dizisini “soykırım tartışması”yla hiç ilgisi olmayan bir rakı akşamıyla, bir Ermeni meyhanesinde, “Çiftetelli Ermenico” ile bitiriyoruz. Marten Yorganz söylüyor: “Hopa hopa şinanay şinanay naay/ Şinanay yavrum şinanay naaaaay!”
Bir gün bu toprakları baştan sona, en klişesinden olsa bile, bir halayla beraber geçebilmek üzere…

***

“Tabii ki Yeni Rakı canım, ne olacak?”
Foto muhabiri arkadaşım Yurttaş’la canımız çıkmış. Yurttaş’ın boyu uzun, oteldeki yatağa sığmıyor bir türlü, biz genel olarak Paris’e sığışamıyoruz. “Cafe”ler sıkışık, yollar sıkışık, taksilerde sıkışıyoruz, vesarie. Sıkışık sıkışık, deli gibi çalışarak altı gün geçmiş. Doğru dürüst yemek yememişiz altı gün, unutkanlık. Canımız da sıkkın ikimizin de. Ve hiçbir şey istemiyoruz artık, bir kişi görmek bile.

‘Memleket diye ağlaya ağlaya’
Ama işte o sırada, Paris’in orta yerinde, bir kapı açılıyor, rakı bardakları masaya konuyor. Marten Yorganz’ın işlettiği meyhanesindeyiz. Biz bekliyoruz artık, Arak mı çıkacak, Uzo mu diye.
Ve Marten Yorganz hayretle bakıp yüzümüze, nasıl böyle şeyler düşünebileceğimize, “Elbette” diyor, “Tabii ki Yeni Rakı canım, ne olacak? Ne bekliyordunuz ki?”
Biz bu kadar Anadolu olmasını beklemiyorduk diasporanın… Demiyoruz tabii. Marten Yorganz diyor, o anlatıyor:
“Ne alakası var 6-7 Eylül’ün, ‘soykırım’ın filan! Ben Paris’e Johnny Halliday olmaya geldim!”
Marten, yıllar önce Cem Karaca’nın ikinci olduğu Hürriyet Altın Mikrofon Yarışması’nda “Blue Boys” (Mavi Çocuklar) grubuyla birinci olmuş:
“Türkiye’de süper hayatım vardı. Kızlar üzerime zıplardı. Buraya geldik. Ne atlayan var, ne hoplayan!”
Yorgunluktan soru sorma yeteneğimi büyük ölçüde kaybettiğimden olacak, nereden geldiyse aklıma “Askerlik yaptınız mı?” diye soruyorum durup dururken. Neyse ki Marten’in cevabı güldürüyor hepimizi:
“Ben Paris’te yaptım askerliği!”
Nasıl yani?
“Ağlaya ağlaya, memleket diye ağlaya ağlaya Paris’te askerlik yaptım sayılır.”
Niye ağladı sizce Marten?
“Bir sevgilim vardı. Çok sevmiştim. Onu bırakıp geldim Türkiye’de.”
Gördü mü bir daha o eski sevgiliyi?

‘Özledim Adalar’ı, Modalar’ı’
“O değil de… Şimdi artık hepimizin hayatları başka ne de olsa… Türkiye’ye gitme hevesi geldi birkaç yıl önce. Özledim Adalar’ı Modalar’ı. Şişli Kulübü davet etti, gittim. Ne güzeldi. Çok iyi gördüm İstanbul’u. Dedim ki Türkiye’yi AB’ye alsalar da daha da güzelleşse Türkiye.”
Biraz ciddi konuşma çabası gösteriyorum bu sırada. Diyorum ki, “Burada mı daha çok Ermeni hissettiniz kendinizi?”
Marten ne cevap veriyor:
“Hayır. Türkiye’de daha çok öyle hissediyordum. Burada ne kilise var doğru dürüst ne okul. Türkiye’dekiler daha Ermeni kalmış bana göre.”
Malum yasa için, “Bağıra çağıra hiçbir şey olmaz” diyor Marten, “Ben nasıl sevmeyeyim İstanbul’u?” diye soruyor sonra aklına düşüp, “Oradakiler benim arkadaşlarım!”
Sonra dertlenip “Yahu bir çare bulsunlar bu işlere de kafamız rahat etsin!” diyor.
Ardından kendi yöntemini açıklıyor Marten:
“Ben istemiyorum ama Türklerin ‘Lanet olsun, soykırımı kabul ettik’ demesini. Olacaksa iyi bir şekilde olsun. Ama ben müzisyen adamım, politikayla ilgili şeyler (kulaklarını gösteriyor) buradan giriyor, buradan çıkıyor.”

‘Şinanay yavrum şinanay’
Bizim de kulaklarımıza girmiş olanlar o anda artık terk edip gidiyor. Marten, mikrofonu eline alıyor, her gece kendi meyhanesinde yaptığı gibi söylemeye başlıyor:
“Bende olan kalbi başkalarında unuttun…”
Sonra sıra oyun havalarına gelince, Ermenice ve Türkçe, bir kadını kaldırıyor ayağa, sonra da beni, zorla. Kadınla Fransızca iki üç kelime ediyoruz ve son nakaratta Anadolu dilinde gülüyoruz birbirimize:
“Şinanay yavrum şinanay naaaay!”
Rakı ve oyun havaları galiba bizim gibi Anadolulular için dünyanın neresinde olursa olsun durumu netleştirip hep son noktayı koyuyor. İnsanın, hepimiz için, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Türkler için “Aferin bize!” diyesi geliyor. Böyle olduğumuz için, başka türlü olamadığımız için… 

http://www.milliyet.com/2006/11/21/yazar/temelkuran.html

Yorumlar kapatıldı.