İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Âşık Mahsuni azınlık üyesi miydi?

Reha Çamuroğlu]
Başlıktaki soru okurlarıma tuhaf gelebilir. Ama “biz” olmak durumuyla yakından ilgilidir. Rahmetli Mahsuni’yi özellikle örnek olarak seçtim; çünkü genç kuşaklar belki Âşık Veysel’i yahut Âşık Ali İzzet’i daha az hatırlarlar.

Ama kim “Kara Toprak”ı, “Mühür Gözlüm”ü, “Dom Dom Kurşunu”nu hatırlamaz ki? Bu insanlar bizi “biz” yapanların başında gelirler. Bazen hayırsızlık edilseler, unutulsalar bile bu değişmez. Neşet Ertaş yahut daha çok gerilere gidersek, Baki, Nedim, Fuzuli, Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmet gibi…

Ulusları ulus yapan etkenlerden biri de ortak tarih şuurudur. Sokaktaki insana “Süleymaniye Camii’ni kim yaptı?” sorusunu sorduğunuzda alacağınız cevap “Mimar Sinan” olmazsa eğer, “biz” olacaktır. Yahut soruyu değiştirip “Bu cami kimin?” diye sorun, cevap “bizim” olacaktır. Pir Sultan Abdal da aynı Süleymaniye Camii gibi “bizim” ozanımızdır. Tarih şuurunun örnekleri çoğaltılabilir, “İstanbul’u kim fethetti?”, “Biz”. “Çanakkale geçilmez!” dedirten kimlerdi? “Biz”.

Aleviler azınlık değildir!

Aslında bu örneği hiç kuşkusuz gayrimüslimleri de içine alacak şekilde geliştirebiliriz. Preveze Deniz Zaferi’ni kazanan “donanmamızın” en az yarısını Rumlar oluşturuyordu çünkü. Sonunda yirminci yüzyıla geldik dayandık ve yeni bir “biz” tanımlamak zorunda kaldık. Artık Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayacaktık ve bu cumhuriyet kurulurken bu devletin uluslararası pozisyonunun asgari ölçülerini Lozan’da başkalarıyla uzlaşarak belirlemek zorundaydık. “Lozan’ı deldirmeyiz!” cümlesi ne yazık ki bu bağlamda tam bir tarih şuursuzluğu örneğidir. Lozan bir asgari müşterektir. Ve belki bir gün daha güçlü ve saygın bir Türkiye’nin bizatihi kendisinin deleceği bir antlaşmadır. Biz bu antlaşmada gayrimüslimleri azınlık olarak tanımlamadık, bu bize böyle dayatıldı. Çünkü antlaşmanın yapıldığı günlerde bu “azınlık” olma durumu, olanlar için bir “avantaj” olarak görülüyordu. Bütün zoraki işlerde olduğu gibi, zorla kaşıkla verdiğimizi, sonra fırsatını buldukça kaşığın sapıyla çıkarttık. Sonra ne oldu? Hepimiz yaralandık. “Azınlıklar” yaralandı, çoğunluk, yani “biz” yaralandık. Yara, halen vicdanlardadır.

Burada bir durup tekrar düşünmekte fayda vardır. Bahsettiğimiz azınlık kavramı “dinsel” bir kavram mıdır? Yahut şöyle soralım: Lozan’da bu azınlıklar tanımlanırken dinî azınlıklar korunma altına mı alınmak istendi, yoksa “potansiyel uluslar” mı korunmak istendi? Azınlıkta olan dinî gruplar korunmak istendiyse bu bir rezalettir. Çünkü altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde bu gruplar yok edilmek istenseydi “Düveli Muazzama” Osmanlı’yla müşerref olduğunda geriye hiçbir şey kalmamış olurdu. Lozan modern bir siyaset belgesidir ve burada modern bir niyet aramak gerekir. Lozan’da azınlıklarla ilgili sözde imtiyazları bize dayatanlar potansiyel ulusları korumak istemişlerdir. Ama Türkiye Cumhuriyeti bize zaman içinde öğretilen modern siyasetin gereklerini yerine getirdi. Bir ulus devlette potansiyel uluslar olamazdı. Biz bunu bilmezdik, fakat sayelerinde öğrenmiş olduk. Uyguladık. Şimdi kimsenin şikayette bulunmaya, en azından siyaseten, hakkı yoktur.

Hal böyle iken, modernizmin bu olmazsa olmaz ilkelerini bize öğretenler, şimdi yeni “azınlıklar” tanımlamamızı istemekteler. Ve “dinsel” kılıf, bu kez başka bir şekilde önümüze sürülmekte. Dinsel azınlık Aleviler! Yoksa…

Yoksa, yeni bir potansiyel “ulus” mu? Evet bu soruyu açıkça soruyorum; çünkü bu tür saçmalıklar açıkça bütün sonuçlarıyla tartışılmaz ve sergilenmezse geç kalınmış olunmaktadır. Bu durumu yakın tarihimizden kolayca örnekleyebiliriz. Meşhur bir söz vardır “Paranoyak olmanız izleniyor olmanız gerçeğini değiştirmez” diye. Avrupa Birliği’nin talepleri ve bu taleplere hücum eden “bizimkiler” karşısında artık kim paranoyak ve kim kör iyice karıştırır olduk. Yani gerek Lozan’da ve gerekse şimdi tanımlanması istenilen azınlıklar, dinsel yahut kültürel azınlıklar değil, düpedüz siyasi motiflerle yeniden üretilen yahut bu halde rüşeym olarak korunmak istenen sosyal kesimlerdir. Böyle bir talebin altında “iyi” olmayan niyetler olduğunu görebilmek için de paranoyak olmaya hiç gerek yoktur.

Avrupa Alevileri yanlış yolda…

Ama bütün bu süreçte hükümetlerimizin politikalarının, yahut politikasızlıklarının hiçbir rolü olmadığını söylemek de safdillik olacaktır. “Alevilik meselesi” diye büyük harflerle yazılı bir mesele yoktur. Alevilerin Alevi olmaktan ileri gelen bazı problemleri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Yakından bakıldığında görülecektir ki çözümleri çok, ama çok kolay meselelerdir bunlar. Bunları bile büyük hale getirmekte gösterdiğimiz “başarı” eşsizdir. Böyle gitmeye devam ederse hiç kuşkusuz büyük harflerle yazılan bir meselemiz daha olur. Meseleyi büyütmek isteyenler, “Alevilik Ali’yi sevmekse ben de Alevi’yim”, “Cemevi ibadethane değil, kültür merkezidir” gibi demagojilerin arkasına saklanmaya devam edebilirler.

Avrupa Alevilerine, daha doğrusu bunların “etkili azınlığı”na gelince… Bu etkili azınlık, uzun süredir “Boşnak ulusunun doğuşunu” incelemektedir. Bütün diaspora grupları bu tür eğilimlerle kendilerine cennetler kuran hayalî varlıklardır.

Türkiye’nin Alevileri ise bu tür etkili azınlıklarla kıyaslanmamalı, karıştırılmamalıdır. Aslında bu gruplar azınlıktır, burası doğru. Ama bu “haklarını” Almanya, Fransa ve sair yaşadıkları devletlerden istemelidirler, Türkiye’den değil. Neden mi? Çünkü Türkiye’nin Alevileri “İstiklal Harbi’ni kim kazandı?” sorusuna halen büyük harflerle “BİZ” demektedirler.

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=456707

Yorumlar kapatıldı.