İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ASALA’nın siyasi kanadı MNA’nın eski lideri Toranyan: ‘Soykırım’ demezsem yüzümü aynada göremem

Ece Temelkuran

Toranyan, ‘Şiddet istediği zaman ASALA’yı terk ettim. ‘Soykırım’ demek, her sabah aynada yüzümü görmemi sağlıyor’ diyor ve devam ediyor: ‘Ama hayallerim eskisi gibi değil elbette. Herkesin bir rüyası vardır. Benim de rüyam, Türkler ve Ermenilerin ortak bir gelecek yaratması’

Ve Ermeni Diasporası konuştu – 1
FOTOĞRAFLAR: Yurttaş Tümer

‘Herkesin bir derdi var, uyur içerisinde!’
Yeryüzünde yürürken öğrendiğim bir şey var: Her toplumsal anlaşmazlık kendi “fabrika”sını kurar. Birbirine düşman tarafların anlaşmazlığı her iki taraf için de varlık nedeni haline geldiğinde çözüm ihtimali korkulu bir rüya gibidir. Bu “fabrikaları” işletenler, o kadar yüksek sesle ve kesin konuşurlar ki çözüm isteyenlerin sesi duyulmaz olur.
O denli ateşlidir ki konuşmaları, ihanetten ve intikamdan o kadar “kalpten” söz ederler ki konuşmaktan yana olmanız, onların gözünde “fabrika”yı bombalayacak bir terörist yapabilir sizi. Bu fabrikalardan çıkan kara dumanın insanı sadece kör ettiğini, bu fabrikanın hiçbir şey üretmediğini göstermeye yarayan bir bomba vardır elinizde, bilirler. Bu yüzden birbirlerinden de çok sizden nefret ederler.
Oysa yeryüzünde yürürken öğrendiğim başka bir şey daha var:
Var olmak için nefret edenlerin, yıkılmamak için öfkesini dik tutanların bile bir derdi vardır içinde. Uyur içlerinde. En büyük öfkeler, en büyük zaaflardan kaynaklanır. Ve aslında en kanlı ağızların bile kalplerinin karanlığında affetmek ve affedilmekle ilgili, zayıflık olarak görüp sakladıkları bir cümle durur.
Ne ki dünyayı, kalbimizin dibinde saklanan cümleler yönetmedi hiç. Hatta belki de umarsız bir çabadır o uyuyan dertlerden söz etmek. Ama bir kere söylendiğinde görürsünüz siz de hakikatli söz, hızlı yayılan bir salgın gibi herkesi ele geçirecektir.

Mihmandarım Isabelle donup kaldı. Soruyu nasıl tercüme etmesi gerektiğini, hatta hiç tercüme etmemeyi düşünüyordu ihtimal. Oysa Türkçe konuşsam da söylediklerim arasında “ASALA” sözcüğü geçtiği çok belliydi ve karşımda oturan Ara Toranyan neyi sorduğumu zaten çoktan anlamıştı. Başını “hayır” anlamında uzun uzun salladı:
“Üye demeyelim. Ama ASALA’nın çok yakınındaydım.”
Toranyan bir zamanlar ASALA üyesi olduğunu kabul etmese de onunla ilgili bütün yazılanlar tam tersini söylüyordu.
Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk eğitimi görürken başladığı politik faaliyetin onu ASALA’nın politik kanadı MNA’nın lideri yaptığını herkes biliyordu.
Fakat şimdi, Paris’te, bir “cafe”de elinde tuttuğu Nouvelles Armenie dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaparken, sakin ve orta yaşını geçmiş bir adam olarak sanki öyle bir şeyi hiç yaşamamış gibiydi. Hatta ASALA’yı affetmemiz için konuşur gibi:

‘Başka seçenek yoktu’
“ASALA, biliyorsunuz, kendisini lağvetmiş bir örgüttür. Ben de ASALA’yı ‘şiddet için şiddet’ demeye başladığında terk ettim.”
Toranyan öne eğildi, artık iyiden iyiye “açıklıyordu”:
“ASALA, Ermeni meselesinin başı veya sonu değildir. Bir sessizlik duvarı vardı, burada ve Türkiye’de. Başlangıçta örgüt bu duvarı yıkmakta pozitif rol oynadı. Daha doğrusu başka seçeneğimiz yoktu. Sorunu halının altından çıkarıp ortaya koymamız gerekiyordu.”
Bu yöntemlerin nelere yol açtığını görüp eleştiren biri olarak 35 yıl boyunca ve hâlâ bu mesele üzerine çalışmak nasıl bir şeydi peki?
“Bu benim için bir yemin. ‘Soykırım’ demek benim her sabah aynada yüzümü görmemi sağlıyor. Ama hayallerim eskisi gibi değil elbette.”
Sorulara çok ama çok uzun sessizliklerden sonra cevap veren Toranyan, bu kez soru beklemeden anlatıyordu:

Zor soru ve farklı bir portre
“Herkesin bir rüyası vardır. Benim de rüyam, Türkler ve Ermenilerin ortak bir gelecek yaratması.”
En son dedesinin gördüğü Türkiye’ye gidip gitmediğini soruyorum Toranyan’a. Hiç susmadığı kadar uzun susuyor:
“Bu soruların en zoru. Bir gün ‘soykırım’ heykeli diktiklerinde… Yani daha çok zamanım var!”
Ermenistan ise, varlığından mutlu olduğu uzak ve yabancı bir ülke Toranyan için:
“Diasporada olmak çok zordur. Biz yıllarca, köklerimiz olmadığı için işkence gördük. İçimizde hep bir anavatan, var olunacak bir ülke ihtiyacı hissettik. Bu acıyı anlamanız mümkün değil.”
Anneannesinin geldiği Van’ı anlatıyor Toranyan, annesinin doğduğu İzmir’i, terk ettikleri İstanbul’u… Ve o daha hiçbirini görmedi! Sözü bile edilemez bir korku olarak söz ediyor Türkiye’ye gitmekten Toranyan, neredeyse titreyerek. Bu adamın bir zamanlar Türkiyeli diplomatlara suikastlar düzenleyen, Orly Havalanı’nda bomba patlatan bir örgütün yakınından bile geçtiğine inanası gelmiyor insanın. Ya da belki öfke demlendikçe insanın içinde başka bir şeye dönüşüyor.
“Köksüzlüğün işkencesini” aynada yüzünü görmek için öfkeyle suladığı günler, şimdi foto muhabiri arkadaşım Yurttaş’ın istediği pozları vermeye çalışan, hiç kapris yapmayan bu adamdan çoktan gitmişe benziyor. Dergisini gösteriyor, yavaş yavaş, hevesle…

Toranyan kimdir?
Ara Toranyan, ASALA’nın kurucu beyinlerinden. Ama 80’lerde “ASALA Ermeni davasına ihanet etmiş bir örgüttür” diyerek örgütten ayrıldı. Orly Havalanı’ndaki patlamayı, “Faşist bir saldırı” diyerek kınadı. Abdullah Çatlı’nın kızı Gökçen Çatlı’nın yazdığı “Çelik Çekirdek” kitabına göre Çatlı’nın kurduğu örgütün ilk işi 1981 yılında Toranyan’a suikast düzenlemekti. Devletin “ASALA Operasyonu” belgesine göre ise Toranyan’a 1984’te iki suikast düzenlendi. Ama Toranyan kendisine hiç saldırı düzenlenmediğini açıkladı.

‘Diasporanın gücü abartılıyor’
200 Ermeni derneğinin oluşturduğu konfederasyonun başkanı Alexis Govsiyan, Türkiye’de diasporanın gücünün abartıldığını söylüyor: Biz sandığınız kadar güçlü değiliz. Siz bizim Tanrı’yla konuştuğumuzu mu sanıyorsunuz?

Yazar Ernest Hemingway’in bir zamanlar içki parası için, barında boks maçı yapmak zorunda kaldığı Select Cafe’de, Pangaltı Lisesi’ni anlatıyor Alexis Govsiyan. Bir edebiyat dersinde öğretmene niye bütün önemli Ermenilerin 1915’ten sonra ortadan kaybolduğunu sorduğunu, öğretmenin onu dersten sonra yanına çağırdığını, başının belaya girdiğini sanıp korktuğunu, sonra kimseye anlatmaması şartıyla öğretmenin 1915’ten söz ettiğini…
“Eğer 1915 hakkında konuşabilseydim, terk edemezdim Türkiye’yi” diyor Alexis Govsiyan, tatlı bir gençlik hatırası gibi kırık dökük kalmış Türkçe sözcükleri de karıştırarak araya.
Oysa biraz önceden beri “soykırım” üzerine kurduğu ödünsüz cümleleri dinleyen biri asla onun ilk gençliğini İstanbul’da geçirdiğini tahmin edemezdi. “Diaspora, Anadolu’dur” dedi Govsiyan ve ekledi sonra:
“Bu mesele Türklerle Ermeniler arasında değildir. Bu, siyasi bir meseledir.”

‘İnkâr ederek olmaz’
Oysa bu “siyasi meseleyi” şimdi o da oğullarına anlatıyor. Peki bir diaspora Ermenisi geçmişi yeni kuşaklarda yeniden üretmek için hangi yaşları tercih eder?
“Oğullarıma 12-13 yaşına geldiklerinde anlattım. Ama anlatırken Türklere öfke duymamaları gerektiğini söyledim.”
Bu mümkün müdür? Bir çocuğun “katilleri” olarak sunulan insanlara karşı soğukkanlı bir mesafe alabilmesi? Yetişkinlerin bile soğukkanlı olmadığı böyle bir meselede, mümkün müdür?
“Bekleyelim, başka şeylerden söz edelim, bugünden, yarından konuşalım. Bunlara tamam, ama geçmişi unutarak ya da inkâr ederek asla olmaz bu.”
Yani “soykırım meselesi” konuşmanın ön koşulu:

‘Duygusal bir mesele’
“Ön koşulu değil, ama gereklilik. Güven oluşması için bu gerekiyor. Kaldı ki yasayı tam desteklediğim bile söylenemez. Bence ‘soykırım’ı reddetmek bir insanı suçlu değil, sadece deli yapar.”
Türkiye tarafı da tazminat ve mal talebi konusunda güvensizlik duyuyor diasporaya:
“Türkiye’de bu işlerle ilgilenen herkes aslında biliyor ki mal talebi filan olamaz. Bu, bizim için duygusal bir mesele. ‘Soykırım’ her reddedildiğinde bizim için tekrar yaşanıyor.”
Yok sayıldıkça var olan insanlar mı o zaman diaspora?
“Tabii ki öyle. ‘Soykırım’ bizim tek varlık nedenimiz değil. Türkiye’nin sürekli reddetmesi, Talat Paşa Komitesi gibi çalışmalar bizi bu hale getiriyor. Türkiye’dekiler diasporanın gücünü abartıyor. Biz, sizin sandığınız kadar güçlü değiliz.”
Anlatıyorum ona, Türkiye’de Orhan Pamuk’un Nobel’i Ermeni lobisi sayesinde aldığını düşünenler olduğunu:
“Bu inanılmaz! Ne sanıyorlar? Tanrı’yla her gün konuştuğumuzu mu? Evet bazen konuşup havanın nasıl olmasını istediğimizi de söylüyoruz!”

Talat Paşa Komitesi ile Ermeni lobisi ‘maçı’
Diğer adıyla “Ermeni Belgeleriyle Ermeni Soykırımı Yalanı-Büyük Proje 2006.” Projenin amacı “Ermeni meselesiyle ilgili belgelerin ulusal amaçlar için yayımlanması, sempozyumlar ve kampanyalar düzenlenmesi, Türkiye’nin ulusal tezlerini doğrulayan belgelerin dünya kamuoyuna sunulması. Temel fikir, “Batılı devletlerin Türkiye’ye karşı yalan ve iftira kampanyaları düzenledikleri.”
Talat Paşa Harekâtı Danışma Kurulu’ndaki isimlerden bazıları şöyle: Başkan Rauf Denktaş, ATO Başkanı Sinan Aygün, İÜ eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu, Doğu Perinçek, Prof. Erol Manisalı, Hür Parti Genel Başkanı Yaşar Okuyan, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş.

Proje bütçesi 2 milyon YTL.
Ermeni lobisinin de kurduğu benzeri gruplar var. Fakat acılar üzerinde yapılan bu “maçta” Ermeni toplumu açık ara önde. Örneğin şimdiye kadar “soykırım” iddiasını savunan 28 bin çalışma yayımlanmışken, Türk tezini savunan sadece 700 eser bulunuyor. Bu durumu bir maç olarak görenlerin “vatan haini” ilan ettiği, zaten yasaların da peşlerini bırakmadığı, Türkiye’de son 4 yılda yayımlanan 25 çalışma var ki bunlar “soykırım”ın varlığını savunuyorlar.
Önemle belirtmek lazım. Bu duruma “maç” diyen ben değilim. Türk tezini ispatlamaya çalışan internet sitelerinde “Maça 1-0 yenik başladık” cümlesine sık sık rastlanıyor.

YARIN
‘Öteki’ diaspora: ‘Diaspora adına konuşanlar bizi temsil etmiyor.’
Soykırımı inkâr yasasına kızan Ermeniler konuştu…

——————————————————————————–

Ağlamaya inanmak
İnsan her gün öğrenir elbette. Ama uzun süredir bu meslekle ilgili, şöyle insanı öğrendiğine hayret ettiren türden bir şey öğrenmemişim sanırım. Dün anladım bunu.
Tuhaftır bu durum. Baştan kendini ne kadar uyarsan da, zeminin ne kadar sağlam, meyanın ne kadar karar olsa da insan zafer sarhoşluğuna düşebilir bir an için bile olsa. Yazı ile uğraşanların ise o anı, maalesef, tarihe geçer. Yazı kalır çünkü. Hatan kalır. Yıllar sonra dönüp dönüp seni bulabilir.
O bakımdan yazı ile uğraşanların terbiyesi, bana göre, diğer insanlarınkinden daha da acımasız, daha da tavizsiz olmalıdır. Dün gazetede başlayan yazı dizisini görmüşsünüzdür umarım. Ermeni diasporasının en güçlü ismi, Fransa’nın yakın gelecekteki muhtemel başbakanı, Türkiye’yi ayağa kaldıran “soykırımı inkâr yasası”nın mimarı Patrick Deveciyan’la konuşmuştum.
Röportajın sonunda Deveciyan’ın gözleri doluyordu. Röportajın sonu sizin okuduğunuz gibi bitmiyordu aslında. “Bu gözyaşları gerçek miydi acaba?” diye soruyordum. O anın gerçek olduğunu anlatmak için yapıyordum bunu güya.
Ama yazılı olunca bazen bazı şeyler yanlış anlaşılabilir. Ki anlaşılmasın diye işte Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin dedi ki bana: “Gözyaşına inanmamak sana yakışmaz.”
Uzun süredir ilk kez susup hayret ettim işte. Ve böylece öğrendim, yazı terbiyen ne kadar güçlü olursa olsun her seferinde dönüp bakmalısın kendine. Yaptığın işten memnun olmanın ‘havası’ ona en yüz vermediğin zaman bile vurabilir insanı.
Bir de elbette insanın, ne kadar büyük olursa zaferi, yanında dirseğinden çekip “Kendine gel” diyen, doğru dürüst insanları olmalı…

Ağlama kuramı
Üstelik tuhaftır, bütün gözyaşlarına inanırım ben. Ağlamanın kendisine de inanırım. Gövdeden süzülüp gelen o özün göz gibi, nur gibi akması mucizevidir aslında. Tedavi edicidir. Sadece ağlayanı değil, birlikte ağlanırsa birlikte ağlayanların ilişkisini de tedavi eder. Ve ben Ermeni meselesinde şimdi, Ermenistan’a gittikten, Türkiye’deki Ermenilerle konuştuktan ve en son Paris’te “konuşmazlar” denen diasporayla buluştuktan sonra anladım ki, ağlamak çözecek bizim hallerimizi. Naif ve siyaseti yok sayan bir şey değil bu, hakiki bir gerçeklikten söz ediyorum aslında.

Uzlaşma niyeti
Çünkü anladım ki ve siz de yazı dizisini okudukça anlayacaksınız ki, aslında “hakikat” gerekmiyor bize. Kavgalı olan halklar, toplumlar arasında gereken tek şey uzlaşma niyeti bir bakıma. Acıyı ortaklaştırmak ve üzerini toprakla örtebilmek için bize gereken bir ritüel. Bir affetme ritüeli. Karşındakini ve kendini affetme anı gerekiyor bize. Yazı dizisini okudukça göreceksiniz ki, insanlığın yeni tecrübeleri, bilimsel çalışmalar da bunu söylüyor bize.
İnsan dönüp dolaşıp o kadar bilgiden, o kadar kitaptan, o kadar siyaset ve tarih bilimi teorisinden geçip sonunda kendine geliyor belki. Dönüp gözyaşına ve onun akıl almaz samimiyetine, mucizesine inanıyor. Göreceksiniz okudukça…
Bir de elbette bizim de, onların da dirseklerinden çekip “Kendine gel” diyecek doğru dürüst insanlara ihtiyacımız var. Ancak cahiller yüksek sesle ve kesin konuşurlar. Hakikati sezenlerin zarif ve kısıktır biraz sesi. Fakat o zarif ve kısık seslerin söyledikleri öyle bir sızar ki dünya tarihine, bütün sonuçlar ve dengeler değişir. Şimdi Ermeni ve Türk halkı arasındaki ilişkide böyle seslere ihtiyacımız var… 

http://www.milliyet.com.tr/2006/11/17/yazar/temelkuran.html

Yorumlar kapatıldı.