İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kabadayı mı lazım?

Etyen Mahçupyan

Onurumuzu tescil eden bir hayal olarak başlayan AB üyeliği fikri bugün iyice işlevsel hale gelmiş durumda. Bir yanda bu sürecin Türkiye’nin demokratlaşmasını ima ettiği ölçüde değerli olduğunu düşünen bir kesim var. Bunların çoğunluğu için üyeliğin kendisinden ziyade yaşanan süreç önemli; çünkü demokratlaşma bu sürece muhtaç. Dolayısıyla bu kesim açısından demokrat olmayan bir AB’ye üye olmanın da fazla bir cazibesi yok. Diğer taraftan Türkiye’nin üyelik macerasının bizzat AB’yi de demokratlaşmaya zorladığı açık olduğuna göre söz konusu sürecin devamı hayati önem taşıyor… Buna karşılık bir de ikinci grup var. Bu insanlar AB üyeliğinin ancak bir milli pazarlık çerçevesi içinde algılanabileceğini, çünkü bu sürecin kimliğimizi ve ulusal pozisyonlarımızı zayıflattığı fikrindeler. İtiraf etmek gerek ki her iki yaklaşımın da doğru bir tarafı var, çünkü Türkiye’de ‘demokratlaşma’ gerçekten de ulusal pozisyonların zayıflamasını gerektiriyor. Bunun nedeni ise bu pozisyonların epeyce totaliter bir anlayış içinde üretilmeleri ve esas olarak devletle toplum arasındaki ilişkiyi belirleyen bir nitelik arzetmeleri.

Örneğin bizdeki alaturka laiklik anlayışı tamamen devleti topluma karşı savunma mantığı üzerine inşa edilmiş ve böylece laikliği bir iktidar alanı olarak işlevselleştirmiş. Eğer bu anlayış devletin değiştirilemez bir niteliğini yansıtmakta ise, bilinmeli ki karşımızda otoriter zihniyette, yani demokratlaşmaya muhtaç bir devlet bulunuyor… Bu durum Türkiye demokratlarının AB kriterlerine sahip çıkmalarına neden olurken, içerden yükselen eleştirinin AB tarafından kullanılmasına da tanık oluyoruz. Ne var ki bu doğal yakınlaşma örneğin Adalet Bakanı’nın sinirine dokunuyor. İlerleme Raporları’nda zikredilen birçok eksikliğin Türkiye’den servis yapıldığını söylerken sadece şikayetçi değil, sanki mağdur bir ifade de takınıyor. Çünkü Çiçek için önemli olan demokratlaşma değil, pazarlığın olabildiğince az değişim üretmesi…

Oysa Türkiye’nin saygın bir ülke olabilmesi askeri güçle veya çağdaş makyajla değil demokratlaşma ile gerçekleşecek. Bu sürecin temelinde ise muhakkak ki düşünce özgürlüğü yatmakta. Ceza Yasası 301. maddesinin gündemde yer alması bu nedenle kaçınılmaz. Adalet Bakanı bununla ilgili de şöyle konuşmuş: “Türk milletine mensup olmaktan bir rahatsızlığınız mı var ki, birileri bunu aşağılayacak ve biz bunun adına özgürlük diyeceğiz.” Yani Bakan’a göre düşünce özgürlüğüne tahammülün sınırını Türklükten rahatsız olma derecesi çizmekte. Dolayısıyla Çiçek gibiler için ‘fazla’ fikir özgürlüğü isteyenler son kertede ‘Türk’ olmak istemeyenler… Kısacası Adalet Bakanı özgürlüğü ancak Türklükten hareketle anlıyor, oysa tersine Türklüğü özgürlüğün içinden anlama çabası içinde olması beklenirdi… O zaman aşağılanma diye görülen söz ve eylemlerin böyle bir özelliği olmadığı farkedilebilir ve yargının ‘sıkıntılı’ durumlara düşmesi engellenebilirdi.

Ama Adalet Bakanı böyle biri değil. Hatta kendisini aşağılanmalara karşı tek başına göğüs geren bir tür eski zaman kahramanı sanmakta. “Benden başka da kabadayı çıkmıyor bu memlekette” diyerek makbul vatandaş tavrının ne olduğunu göstermeye, bize örnek olmaya çalışıyor. Eğer memlekete kabadayı lazımsa doğrusu ben talibim: Bence kendi vatandaşını aşağılayan bir yönetim zihniyeti aşağılanmayı haketmiştir. Bu anlayışı resmi ideolojiye yamayarak ‘milli’ kisve altında koruma kaygısı ve buna yönelik hukuksal düzenleme taktikleri de aynı şekilde aşağılanmayı hak eder. Çünkü toplumu yönetilecek güruh gibi algılayan ‘bilmiş’ devlet tavrı, bizzat bir aşağılanmadır ve sorumlu vatandaş tavrı buna karşı çıkmayı gerektirir. Bakan beyin kabadayılıkta kendini yalnız hissetmesine üzüldüm… Bizim cenahta böyle bir sorunumuz yok.

http://www.gazetem.net/emahcupyan.asp?yaziid=292 

Yorumlar kapatıldı.