İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bülent Ecevit, Libyalı kuzenine bile Ayasofya’da namaz izni vermemişti

Murat Bardakçı

Bülent Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini, geçen senenin Temmuz ayında ben yapmıştım.

Anne tarafından Libya ile akrabalık bağları bulunan Ecevit bu görüşmemizde Libya’da 1969’daki ihtilálin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr ile kuzen olduklarını, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi’nin Buşveyr’i daha sonra Türkiye’ye büyükelçi olarak gönderdiğini söylemiş ve daha önceleri Kaddafi’ye atfedilerek yanlış şekilde aktarılan bir hadisenin de doğrusunu anlatmıştı. Sadeddin Buşveyr, Ayasofya’da bir defa olsun namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda Bülent Ecevit’ten ricada bulunmuş ama Ecevit kuzenine bile namaz izni vermemişti.

BÜLENT Ecevit’i, hatalarıyla ve sevaplarıyla diğer áleme uğurladık.

Rahmetli Ecevit ile aile tarihini konu alan geniş kapsamlı son röportajlardan birini ben yapmıştım. Ankara’daki evinde geçen senenin Temmuz’unda ziyaret ettiğim Ecevit, bana hem anne hem baba tarafından aile bağlantılarını anlatmıştı. Bülent Ecevit sonraki günlerde çok tartışılan “Osmanlı, şeriat devleti değildi; laikliğe yakındı” görüşünü de bu röportaj sırasında bana ifade etmişti.

Ecevit’in, verdiği enteresan bilgiler arasında, kendisiyle akraba olan Libyalı bir diplomatın Ayasofya’da namaz kılabilmek için, 1970’lerin sonunda yaptığı rica ile ilgili ayrıntılar da vardı. Talep, Libya Kralı İdris El Sunusi’nin devrildiği 1969 ihtilálinin káğıt üzerindeki lideri Albay Sadeddin Buşveyr’den gelmişti. Bülent Ecevit’in annesi ressam Nazlı Ecevit’in Libya ile akrabalığı vardı, Nazlı Hanım’ın annesi Adviye Hanım, bir ara Sultan Abdülhamid’in yaverliğini yapan ve aslen Libyalı olan Ali Kırat Paşa’nın kızıydı. Dolayısıyla, Paşa’nın soyundan gelen Sadeddin Buşveyr ile Ecevit kuzen oluyorlardı, ihtilálin gerçek lideri Albay Muammer el Kaddafi, Ecevit’in 1974’teki başbakanlığından sonra Buşveyr’i Türkiye’ye büyükelçi olarak göndermişti.

Ayasofya’da ibadet etme talebinin sahibi bu kuzen idi ama Ecevit kuzenine namaz izni vermeyecekti.

KADDAFİ’NİN ELÇİSİ

Bülent Ecevit, geçen seneki görüşmemizde daha önceleri Muammer el Kaddafi’ye atfedilerek yanlış şekilde aktarılan bu namaz talebinin doğrusunu ayrıntılarıyla anlatmıştı. İşte, hadisenin Ecevit’in ağzından doğru şekli:

“Benim, Libya ile bir akrabalık ilişim vardır. …Abdülhamid döneminde, Abdülhamid’in başyaveri konumundaki kişi bizim akrabamızdı: Libyalı Ali Kırat Paşa. O şekilde, Libya ile bir ilişkimiz oluyor.

…Bir akrabamız da, Albay Sadeddin Abuşvereb’di (Ecevit, Sadeddin Buşveyr’in ismini böyle teláffuz ediyor). …Kaddafi, ben başbakan olduğumda onu hemen Ankara’ya büyükelçi olarak gönderdi. Bölge ile ilişkilere zaten büyük önem veriyordum. Libya ile sıcak bir ilişkimiz oldu. Sosyal yapısı falan da çok farklıydı. Meselá akrabalarım vardı orada, onları ziyarete gittiğimde çok şaşırdım. Sanki İstanbullu, laik yapılı genç hanımlardı. Türk Pop Müziği falan çalıyorlardı. Bize çok yakın durumdaydılar.

Sadeddin Abuşvereb, bizde bu şekilde büyükelçilik yaptı. Sonra bildiğim kadar, burada bir de ev yaptırdı ama ona erişemedim, çünki araya 12 Eylül dönemi girdi. Ben, başbakanlıktan ayrılmadan iki yıl önce, Abuşvereb bana bir mesaj gönderdi. ’Bir günlüğüne Ayasofya’yı açın, ben gelip namaz kılacağım’ dedi. Ben tabii ’Olmaz’ dedim, ondan sonra bir daha görüşemedik. Böyle ilginç bir macera…”

Artık tarihe málolan Bülent Ecevit ile ilgili bu aile hikáyesini, cenazesinin hemen ertesi günü kendi ağzından nakletmek istedim.

Ecevit’e vefayı eleştirenler, Fransızlar’ın Napolyon hakkında yazdıklarını hatırlasınlar

BÜLENT Ecevit’in vefatından sonra hakkında söylenen övücü sözlerin bazı yazarlar tarafından “Ecevit’i şimdi göklere çıkartanlar, bir zamanlar onun için demediklerini bırakmamışlardı” diye eleştirilmesi, bana Paris gazetelerinde Napolyon Bonapart ile ilgili olarak 1815’te çıkan ve dünya basın tarihinde son derece enteresan bir yeri olan bazı haberleri hatırlattı.

Napolyon, Avrupalı müttefik ordular karşısında yenilmesi üzerine 6 Nisan 1814’te tahtından feragat etmiş ve İtalya sahillerindeki Elbe Adası’na sürgüne yollanmıştı. 1815’in 26 Şubat’ında adadan kaçtı, Fransa’ya döndü, yeniden bir savaş başlattı ama iktidarı sadece 100 gün devam edebildi. Aslen Korsikalı olan Napolyon, Waterloo’da 18 Haziran’da uğradığı yenilgiden sonra bu defa Güney Atlantik’teki Saint Helena Adası’na sürülecek ve hayata altı sene sonra burada veda edecekti.

İşte, Fransız gazetelerinin Napolyon’un Elbe Adası’ndan kaçıp Paris’e gelişi sırasında attıkları manşetler:

28 ŞUBAT 1815: “Korsikalı canavar, Elbe Adası’nda kapatıldığı ininden kaçarak Antibes’de karaya çıktı”

4 MART 1815: “Napolyon, topraklarımızı çiğneyerek ilerliyor”

9 MART 1815: “General Bonapart, Grenoble’a ulaştı”

19 MART 1815: “Paris halkı, sadık bendesi oldukları imparator hazretlerini hasret içerisinde bekliyorlar”

Müziğimizin efsane ismi Tanburi Cemil Bey’in kemençesi mezata çıkıyor

İSTANBUL’da bugün yapılacak olan bir antika müzayedesinde, müzik tarihimiz bakımından son derece önemli bir obje arttırmaya çıkıyor: Türk Müziği’nin efsane ismi olan ve hayata 1916’da veda eden Tanburi Cemil Bey’in bir dönem kullandığı “Baron” işi klasik kemençe…

Asıl ismi bilinmeyen ve “Baron” yahut “Baronak” diye bilinen usta, bir Ermeni saz yapımcısıydı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Sultan Abdüláziz zamanında sarayın saz yapımcısı oldu ve özellikle klasik kemençe imálinde bir numara kabul edildi.

Sırtı fildişi, sap kısmı da “bağa” denilen kaplumbağa kabuğu ile kaplı ve birçok yeri son derece şık işlemelerle dolu olan Baron yapımı kemençe, bundan 15 sene kadar önce, yine müzayede ile satılmıştı.

Antik AŞ tarafından bugün Swissotel’de 20 bin YTL başlangıç fiyatıyla açık arttırmaya konacak olan “Baron”, büyük ihtimalle özel bir kolleksiyona gidecek. Kemençenin fotoğrafını, müzik meraklılarımızın son defa görebilmeleri için bu sayfada yayınlıyorum.

Yazdıklarımı iyice okuyun ve hálá bir sözünüz varsa okuduktan sonra söyleyin!

BU sayfada, geçen hafta “Bu kadarına da da şükür! Kazaklar eskiden İstanbul’a bile saldırırlardı” başlıklı bir yazım vardı.

Yazıda, Türk işçilerinin Kazakistan’da uğradıkları saldırılardan hareketle, Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve Türkçe’de yine “Kazak” denilen diğer grupların bundan üç asır önce başımıza açtığı dertlerden bahsediyordum. O yıllarda sadece yağmacılıkla geçinen bu gruplar, Karadeniz sahillerinin altını üstüne getirmiş, hattá 1624 yılının 20 Temmuz’unda İstanbul’a kadar gelip o devirde ufak bir yerleşim merkezi olan Yeniköy’ü bile yağmalayıp ateşe vermişlerdi.

Hafta içerisinde, bu yazımla ilgili olarak bir gruptan çok sayıda e-mail aldım. Bazı üniversite hocaları ile Türkiye’de yaşayan Kazakistan vatandaşları, beni “Türk-Kazak kardeşliğine karşı kışkırtıcılıkla” suçluyorlardı. Ben, güya, Kazakistan halkı ile Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan ve “Kozak” da denilen Hristiyan Kazaklar arasında farkı bilmiyordum, yahut bu yazıyı Türkiye ile Kazakistan’ın arasını açmak maksadıyla kaleme almıştım.

Geçen haftaki yazımın girişinde şöyle bir paragraf vardı:

“…Kazak kavramı o asırlarda sadece Orta Asya ülkelerinden olan Kazakistan’ın sákinleri için kullanılmaz, Karadeniz’in doğusunda ve kuzeyinde, Moldavya’dan başlayıp Hazar Denizi’ne kadar uzanan bölgelerdeki ásilere de ’Kazak’ denirdi. Buralardaki Kazaklar’ın çoğu Müslüman idi ama bölgenin batı kesimindekiler Hristiyandı ve günlük hayatları yağma ile geçen her iki grubun gelir kaynağı, saldırılardan elde ettikleri ganimetlerdi…”

Daha açık bir ifade ile “Bu yazıda bahsedeceğim Kazaklar başka, Kazakistan halkı başkadır, benzerlik sadece isimlerindedir” diyordum. Ama, gazete okumayı sadece başlıklara bakmaktan ibaret zanneden zihniyete bunu anlatabilmek ne mümkün?

Şimdi, bir haftadan buyana bana durmadan e-mail gönderip mesajlarında terbiye kurallarını da ihlál edenlere sesleniyorum: Bir yazı hakkında ahkám kesmeden önce o yazıyı tam olarak okuyun, şayet anlamadı iseniz, anlayana kadar defalarca okuyun ve söyleyecek bir sözünüz varsa ondan sonra söyleyin. Zira okuduğunu idrakten áciz kaldıkları halde etrafa hakaretler yağdırmaktan çekinmeyenlerin sarfettikleri bu sözler “nakş-ı ber áb”dan, yani “suya yazılmış yazıdan” ibarettir. 

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/5420690.asp?yazarid=28&gid=61

Yorumlar kapatıldı.