İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türk ve Ermeni – Radikal 2

"Ermenilere yönelik yeni bir Türk şiddeti olmayacağının garantisini veririz."

Mustafa Kemal

Ingilizce son çıkan kitabıma başlık olarak koyulan, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1915’de yaşananları "fazahat" (utanç verici iş) olarak tanımlayan sözünün gerçek olup olmadığı ciddi bir polemik vesilesi oldu. İddia önce Sabah gazetesinde dillendirildi (Sabah 29 ve 30 Ekim 2006). Bunu Zaman Gazetesinden A. Turan Alkan’ın, Atatürk’e ait böyle bir sözün mevcut olmadığı iddiası takip etti (Zaman, 30 Ekim 2006). Ertuğrul Özkök bu iddiayı sadece köşesine taşımakla kalmadı, ayrıca şahsıma yönelik son derece ağır hakaretlerde bulundu (Hürriyet 31 Ekim 2006). Her iki yazar da, Atatürk’ün gerçekten bu sözleri sarf ettiğini öğrendiklerinde, hatalarını düzeltip kısmi bir özeleştiri yaptılar (Turan Alkan, Zaman, 1 Kasım 2006; Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 1 Kasım 2006). Eleştiri bu sefer de, benim Atatürk’e ait bu sözleri bağlantısından kopartarak kullandığım ve çarpıtarak anlamını bozduğum biçimini aldı (Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Mehmet Saray’ın açıklaması, Zaman, 4 Kasım 2006).

Öncelikle belirtmek isterim ki, mesele, basında iddia edildiği gibi, Atatürk’ün 1915’e ilişkin ne söyleyip söylemediğiyle sınırlı değil. Onun 1915’i kınadığı sözlerini (ki yukarda aktardığım bir başka örneğinde daha gördüğümüz gibi oldukça fazla sayıda var), 1915’te Ermenilere katliam yapılmadığına dair sözleriyle karşı karşıya getirmek de değil. Yaptığım bir "alıntılar savaşı"na davet hiç değil, çünkü karşı karşıya olduğumuz sorunu, bu yaklaşımla halledebilmemiz mümkün değil. Ben, bugünkü tarih algılamamıza, tarihi kavrayışımıza ve yorumlamamıza ilişkin son derece ciddi bazı iddialarda bulunuyorum. Eğer deyim yerindeyse, yaptığım işin "revizyonist tarihçilik" olarak adlandırılmasını öneriyorum.

Şahsıma yönelik hakaretleri bir kenara koymak koşuluyla, gazetelerin alıntının doğruluğu, çarpıtılıp çarpıtılmadığı konusunda gösterdikleri hassasiyeti anladığımı ve saygıyla karşıladığımı özel olarak bildirmek istiyorum. Bu titizliğin sürdürülmesinde ciddi yarar olduğuna inanıyorum, fakat iki küçük hatırlatmayla.

Birincisi bilinmesi gerekir ki, tarihin algılanma ve yorumlanması konusunda, egemen düşünce tarzlarını sorgulayan ve "yeniden gözden geçirme" veya "düzeltme" (revizyonizm) önerenler bunu esas olarak iki tarzda yaparlar. Birincisi, yeni buldukları birtakım belge ve bilgileri gün ışığına çıkartır, bu belgeler üzerinden eski tarz yorumların geçersiz olduğunu iddia ederler ya da ikincisi, insanları, herkes açısından ulaşılması mümkün olan belgeleri bir başka gözle okumaya davet ederler. Hangi tarzda yapılırsa yapılsın, önemli olan şudur ki, "revizyonist tarihçiler" iddialarında haklı olabilmek için bir konuda hata yapmamak zorunda olduklarını bilirler: Kullandıkları kaynaklar. Ne kadar radikal olup olmadığından bağımsız, önerilen "yenilenme" veya düzeltmenin ciddiye alınmasının yolu ancak ve ancak kullanılan kaynakların sağlamlığından geçer. "Hata yapmak kula mahsustur" denir. Şüphesiz ki ben ve benim konumumda olan sosyal bilimciler de hata yapabiliriz. Ama özellikle Türkiye’de, tartışılan konunun aşırı "hassas" karakteri nedeniyle "sıfır tolerans" ile çalıştığımızı, başkalarına gösterilen hoşgörünün bize gösterilmeyeceğini, en küçük bir hatamızın yakalanması durumunda "ipe çekileceğimizi" biliriz. Tekrar etmek gerekirse, iddialarımızın ciddiye alınması kaynak kullanımımızdaki titizlikten geçer.

İkincisi, kaynakların kullanımında, bana ve benim gibi düşünenlere yönelik gösterilen bu aşırı titizlik ve olumlu "tahammülsüzlüğün" daha da geniş bir alana yayılmasını öneriyorum. Türk Tarih Kurumu adına yayınlanan kitapların aynı titizlikle mercek altına alınması ve gözden geçirilmesinin şart olduğunun bilinmesini istiyorum. Bu kurumun başındaki partizan tarihçiler, yayınladıkları eserlerde Osmanlı, Alman, İngiliz ve Amerikan belgelerini kasıtlı olarak çarpıtmakta, içeriklerini değiştirmekte ve açıkça belge tahrifatçılığı yapmakta hiçbir mahzur görmüyorlar. Türk tarihçiliği açısından da büyük bir skandala denk düşen bu girişimler karşısında, basınımızın sessiz kalmasını çok anlayamadığımı itiraf etmek zorundayım.

Revizyona tabi tutulmak istenen

Eğer köşe yazarları, yazılarını yazmadan önce yayınladığım kitaplardan bir tanesinin bile kapağını kaldırmak zahmetine katlanmış olsalardı, hem alıntıların yapıldığı kaynakları görecek ve mahcup olmayacaklar hem de tarihe bakışımızın hangi temellerde nasıl değiştirilmesi gerektiği konusundaki görüşlerimi öğrenmiş olacaklardı. Sonuçta tüm iddialar son derece ayrıntılı biçimde ‘İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu’ adlı kitabımda dile getirilmişti.

Mustafa Kemal’e ait alıntının arkasında bilinmesi gereken "revizyonist tarih tezi" şudur: 1918-1923 arasında dönemin aktörleri iki ayrı ve ama birbirleriyle ilintilendirilen iki temel sorunla uğraşıyorlardı. Taraflar bu sorulara verdikleri cevaplara göre oluşuyor ve birbirleri ile ilişkilerini esas olarak buna göre belirliyorlardı. Birinci soru, Osmanlı Devleti’nin toprak ve egemenlik hakkıyla ilgiliydi. İkinci soru, Osmanlı İttihat ve Terakki Parti’sinin savaş döneminde kendi vatandaşlarına karşı işlediği cinayetler konusunda ne yapılacağı idi. Bugün ikinci soru unutturuldu, tarih anlatımından silindi. Ben bunu yeniden yazıyor ve mevcut tarih yazımı ve algılamasının bu temelde değiştirilmesi gerektiğini öneriyorum.

Osmanlı’nın egemenlik hakları

Birinci soru etrafındaki tartışma şuydu: Osmanlı devletinin egemenlik hakları aynen korunmalı mı? Bu devlete ait topraklar üzerinde yeni devletlerin kurulmasına müsaade edilmeli mi? Eğer yeni devletler kurulacaksa bunların sınırları nasıl belirlenecek? Birbirinden çok farklı önerilerin bulunduğu bu soruya verilen cevaplar iki ana grupta toplanabilir. Bir tarafta en azından 1918 Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla belirlenmiş sınırlar içinde bile olsa Osmanlı egemenliğinin sürmesi gerektiğini savunanlar vardı. Diğer tarafta ise sınır konularında aralarında anlaşmazlık olsa bile, işgal edilmemiş bölgeler de dahil Osmanlı toprakları üzerinde değişik devletlerin kurulması gerektiğini savunanlar bulunuyordu. Lozan ve Sevr anlaşmalarının bu iki anlayışa denk düştüğü biliniyor.

İkinci soru etrafındaki tartışma şu idi: Savaş sırasında işlenen cinayetler ve bu suçu işleyenlere ne yapılacak? Cezalandırma nasıl olmalı? İşlenen cinayetlerin cezasız kalmaması gerektiği konusunda herkes hemfikir olmakla birlikte, bu cezanın neleri ve kimleri kapsaması gerektiği konusunda farklı görüşler vardı. Bir taraf, cezalandırmanın sadece suçlu görülen kişilerin yargılanması ve de bunların sayılarının İttihat ve Terakki yöneticileriyle sınırlı olması gerektiğini savunuyordu. Diğer taraf, cezalandırmanın hem suçlu sayısının oldukça geniş tutularak kişilerin yargılanması hem de Osmanlı egemenliğine son verilerek, parçalanma cezası biçiminde olması gerektiğini savunuyordu.

Mustafa Kemal’in bu konudaki tutumu özetle şudur: Lozan’da kısmi olarak gerçekleşen Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi koşuluyla, savaş sırasında cinayet işleyenlerin yargılanmaları iyi olur ve gereklidir. Yani Mustafa Kemal, a) savaş sırasında cinayetler işlendiğini biliyor, bunu açıkça kabul ediyor ve kınıyordu, b) bu suçu işleyenlerin yargılanması gerektiğini, Ekim 1919’da Amasya Protokolü’nde dile getirildiği gibi, "adlen ve siyaseten elzem" addediyordu. Fakat onun şartı Misak-ı Milli sınırlarının kabul edilmesiydi. Bu şart yerine getirilmeyince, Sevr anlaşma koşullarının belli olmasıyla birlikte tavrını değiştirdi. Yani 1915 konusundaki tavrı, bugünkü "inkar" politikasıyla taban tabana zıttır. Bugün Mustafa Kemal’in l. Dünya Savaşı yıllarında işlenen cinayetler karşısında takındığı tutum tamamıyla unutturuldu ve yok sayılıyor. İşte revize edilmesi, yenilenmesi gereken budur.

Eğer 1918-1923’e damgasını vuran iki farklı soruyu "toprak ve sınır sorunu" ile "insan hakları" sorunu olarak tanımlayabilirsek, bu tarih bugün esas olarak "toprak ve sınır" tarihi olarak okutuluyor ve öyle de algılanıyor. İkinci boyut "insan hakları" boyutu tamamıyla unutuldu ve yok sayılıyor. Ben bu tarihin "toprak ve sınır tarihi" olarak algılanmasının eksik ve yanlış olduğunu, tarihin bu boyutuyla ilgili sorunun çözülmüş telakki edilmesi ve bu anlamda "kapatılması" gerektiğini ve ama "insan hakları"yla ilgili boyutunun çözülmemiş olduğunu ve açılması gerektiğini düşünüyor ve savunuyorum. Özellikle AB’ye üye olmak isteyen bir Türkiye açısından tarihle bu tarzda bir yüzleşme kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Dolayısıyla, günlük gazetelerde ilan edilen "soykırımı ispat etmek", "Türkiye’yi suçlamak" gibi iddiaların gerçekdışı olduğunun altını özellikle çizmek isterim. 1915’te yaşananların soykırım olarak adlandırılabileceğini söylemekle, "soykırımı ispat etmek çabası" arasında ciddi bir fark var. İsteyen istediği kavramı kullanmakta özgür ama görülmesi gereken şudur: 1915’te Osmanlı Ermeni vatandaşlarına karşı işlenen cinayetler ve katillere ne yapılması gerektiği sorusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında uğraşılan sorunların başında geliyordu. Ve Mustafa Kemal’in bu soruya verdiği cevap, bugünkü devletin resmi politikasıyla taban tabana zıttır. Onun, savaşın o zor koşullarında takındığı tutumu benimsemek, bugün için yeterli olmasa bile, çözüme doğru bir başlangıç için son derece olumlu zemin teşkil edecektir.

"Türklük" üzerine

1915 konusunda eleştirel düşünceler geliştirmek isteyen insanlara karşı yapılan en önemli suçlama ve hakaretin, bizlerin "Türklüğe hakaret" ettiğimiz, "Türkiye’ye küfür ettiğimiz", "Türk milletini soykırımcı olarak suçladığımız" vb. gibi iddialar olduğu bilinir. Bu suçlamalar her ne kadar ucuz, asılsız ve gerçek dışı iseler de işaret ettiği soruna yakından bakmakta fayda var. Tarafların birbirlerini kolektif kavramlarla tanımlamaları ve birbirleri hakkında kesin kanaatlere sahip olmalarının yarattığı sorunlardan söz ediyorum.

Görülen o ki, iki toplum arasında gerek tarih ve gerek bugünkü ilişkiler sadece ve sadece "Türk" ve "Ermeni" kavramlarıyla ele alınıyor ve açıklanıyor. Ayrıca bu kavramlar da son derece negatif içerikle tanımlanıyor. Bugün bir Türk için "Türk" demek "Ermeni olmayan ne varsa" odur. Bir Ermeni için ise "Ermeni" demek "Türk olmayan" bir şeydir. Her iki taraf da ötekini, kendisinin zıddı ve negatif olarak tanımladığı için, bir tarafın ileri sürdüğü diğer tarafça kolaylıkla "hakaret", "küfür etmek" olarak telakki edilebiliyor. Bu nedenle, "1915’te Türkler Ermenileri soykırıma uğrattı" cümlesi de, "1915’te Ermeniler Türklere ihanet etti ve katletti" cümlesi gibi taraflarda ciddi tepkilere yol açıyor. Çünkü, bugünkü Türk ve Ermeni kendisini doğrudan bu cümlelerde ifade edilen Türk ve Ermeni’yle özdeşleştiriyor ve sonuçta kendisine hakaret edildiği sonucuna ulaşıyor.

Bu son derece kurgusal olan "Türk" ve "Ermeni" tanımlarının tarihi anlamamıza yardımcı olamayacağını bilmek gerekir. Örneğin Ermenilerin imha edilme eyleminin baş mimarı Bahaettin Şakir, Türktür ve ama onu 1916’da yakalayabilseydi, idam edeceğini söyleyen III. Ordu Komutanı Vehip Paşa da Türk. Yozgat Boğazlayan’da Ermenileri katletmekten suçlu bulunup idam edilen Kaymakam Kemal, Türktü. Ama onun cinayetlerini, "dine karşı ağır suç" sayan ve "Allah’ın gazabından korkarım" diyerek karşı çıkan, daha sonra da Kemal’in idamına yol açacak en ağır ifadelerden birisini veren Müftü Abdullahzade Mehmed de Türktür. Bu soyut kavramlar sadece geçmişi değil, bugün de birbirimizi anlamamızın, tanımamızın önündeki en ciddi engellerdendir.

Bu konuyla uğraşmaya başladığım andan bugüne kadar, AGOS’ta yazdığım yüzlerce makale de dahil, tüm kitaplarımda bu konuya değindim. Son kitabın hem Türkçe hem de İngilizcesinde sadece "Türk" ve "Ermeni" kavramlarını kullanarak tarih yazmanın ne kadar tehlikeli olduğunun altını çizdim. Konu hakkında yazılan eserler içinde benim yazdıklarımın, tarafları, kolektif kategoriler dışında, sosyal aktörler olarak (parti, sınıf, grup ne ise ona göre) tanımlama çabası nedeniyle özel bir yere sahip olduğuna inanıyorum.

Karşı tarafı monolotik, tekçi kavramlarla tanımlamak yanlıştır. Örneğin, Türk’e ve Türklüğe hakaretle hiçbir sorun çözülemeyeceği gibi Ermeni insanına hakaret ederek de bir yere varılamaz… Bugünkü Türk’ü düşman gören, bugünkü Ermeni’yi düşman gören bir bakış sorun üretmeye devam eder. Birbirleriyle ciddi sorunları olan topluluklar arasında, sorun çözme yolunda atılması gereken ilk ve en zor adım, asırların birikimiyle oluşmuş bu önyargıların kırılmasıdır. Tarihte yaşanmış bir olayın ne olduğuyla bugün onunla nasıl ilişki kurulacağı iki ayrı olgudur. Tarihte yaşanmış olandan bugün için kin ve nefret çıkartabileceğiniz gibi, bu kinin ve nefretin doğmasına neden olan şeyleri ortaklaşa kınayarak karşılıklı saygı temelinde güçlü bir gelecek kurmak da mümkündür.

Gazetelerde kamuoyunu etkileyecek konumlara sahip köşe yazarlarının, hakaretlerde bulunmadan önce bu insanların yazdıklarına bakmaklarında, sadece kamuoyuna yanlış bilgi vermemeleri açısından değil, mahcup duruma düşmemeleri açısından da fayda vardır.

Yorumlar kapatıldı.