İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İstanbul Ermenileri

Sevgi sofralarını paylaştığımız, acı kahvelerini içtiğimiz, yaşamları Anadolu ve İstanbul’la iç içe bir azınlıktan portreler.

Karşımda oturan sahaf Püzant Akbaş, “Adımın Ermenicede anlamı İstanbul. Adımı seviyorum, çünkü İstanbul’u çok seviyorum” diyor. Çevremizi saran raflara yığılmış eski kitapların arasında İstanbul’u ve İstanbul Ermenilerini konuşuyoruz. Akbaş, İstanbul’da oturan ve sayıları kimine göre 60 kimine göre de 70.000 civarındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeniden biri. Adını Kayseri’de yaşamış ve ölmüş dedesinden miras almış.
Doğma büyüme İstanbullu ama ailesi, tıpkı şu anda İstanbul’da oturan Ermenilerin büyük çoğunluğu gibi, Anadolu’dan kopup gelmiş bu kente. Çok dil bildiği için kitapseverlerce “polifonik sahaf” diye nitelenen Akbaş, “Ana dilim Ermenice, vatanımın dili Türkçe” diye anlatıyor dille ilişkisini.
İstanbul Ermenilerinin bu kentteki hikâyeleri Bizans dönemine kadar uzanıyor. Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u almasının ardından, kentin yeniden imarı için Anadolu’dan getirttiği ve kentin kapıları çevresine yerleştirdiği Ermeni yapı ustaları ve zanaatkârlarıyla İstanbul’un Ermeni nüfusu da artıyor. Ve padişahın fermanıyla, 1461’de İstanbul Ermeni Patrikhanesi kuruluyor.
Bunun ardından, İstanbul’da o döneme kadar Rumlara ait olan bazı kiliseler de yine padişah fermanıyla Ermenilere devrediliyor. Bunların başında ise Kumkapı’daki Surp Asdvadzadzin Patriklik, Samatya’daki Surp Kevork eski Patriklik ve Balat’taki Surp Hresdagabed Kiliseleri geliyor.
O tarihten bugüne kadar, sayıları çeşitli etkenlerle değişse de, İstanbul Ermenileri kent mozaiğini oluşturan asli unsurlardan biri oluyor. Osmanlı döneminde, Osmanlı kendini Ermenilere öyle yakın hissediyor ki, Ermenilere “millet-i sadıka” deniyor.

Yazı: Tamer Altunay Fotoğraflar: Mehtap Yücel 


Geo Dergisi 13. Sayısından alınmıştır.

http://www.geodergi.com.tr/hab-24000201-108,13@2400.html

Yorumlar kapatıldı.