İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hayalî tarihimizin gerçek işlevi

Etyen Mahçupyan

Türkiye toplumunun tarihe bu denli yabancılaşmış olması bizlerin tarih merakını da bir nebze açıklar. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sürdürülen devlet politikası, gerçek yaşanmışlık olarak tarihi tehlikeli ve manipülasyona açık bir alan olarak sunarken, onu resmi ideolojiye uygun bir masallar dizgesiyle ikame etti.
Diğer bir deyişle gerçek tarih devletin tasarruf alanı içinde kalırken, topluma ise kolaylıkla tüketip kıssadan hisse alabileceği bir dizi hikaye sunuldu. Böylece yaşanmışlıkla pek ilişkili olmayan birtakım kurguların ‘tarih’ olduğu vehmiyle büyütülürken, gerçeklikle karşılaşmalar da derin travmatik etkilere neden oldu…

Ermeni meselesi bu alanlardan sadece biri ve belki en önemli mesele de değil… Çünkü devletin bu yaklaşımı ve bizlerin tarihi bir tehdit olarak algılama psikolojimiz, söz konusu mesele nedeniyle ortaya çıkmış gözükmüyor. Gerçi 1915 olayları bu tarih nosyonunun şekillenmesinde epeyce belirleyici olmuştur, çünkü bu olaylar tarihte ilk kez bir devletin kendi vatandaşına insan haklarına aykırı bir biçimde davranması bağlamında ele alındı ve yankısını uluslararası sözleşmelerde buldu… Ama gene de Ermeni Katliamını bu ülkedeki tarih anlayışını irdelerken çok da abartmamak gerek. Ne de olsa bizler Cumhuriyet’in ‘kurucusu’ Mustafa Kemal’in hayatını, düşüncelerini ve duygularını bile gerçek boyutlarıyla bilmiyoruz. Resmi olarak üretilmiş, mahzurlu görünen yönlerinden ayıklanmış, ‘steril’ bir Mustafa Kemal figürünü gerçek tarihsel aktör olarak algılamakla kalmıyor; bu aktörün çevresi ve zamanı için söylediklerini de gerçek yaşanmışlığın yerine koyuyoruz.

Tarih disiplininin bu denli araçsallaşması ve çarpıtılarak neredeyse kutsal bir masallar dizgesi haline gelmesinin bir nedeni olmalı… Bir ideolojik fanusun içine sokulmuş olan sıradan bizler için bu nedeni algılamak kolay olmayabilir; ama gerçek tarihçiler için ortada bir muamma yok. Böyle bir tarih anlayışının ‘niçin’ üretildiğini, nasıl bir işlev gördüğünü sorgulayanlar, asıl meselenin, Türk kimliğinin inşası olduğunu görmekte zorlanmıyorlar. 1910 ile 1930 arasındaki yıllar, devletin topluma bir kimlik vermek suretiyle kendisini meşrulaştırdığı bir dönemi ifade etmekte. Denebilir ki Ermeni meselesi de bu aralıkta yaşandığı için bu denli travmatik. Eğer elli yıl öncesinde yaşansaydı belki de bugün o olaylara çok daha serinkanlı bir biçimde bakabilecektik… Ancak söz konusu 20 yıllık süreç, toplumun bağımsızlık nedeniyle devlete şükran borcu duyduğu, devletin ise bu duyguyu kendisine biat eden ‘çağdaş’ bir toplum üretmek üzere kullanmasına tanık oldu. Yeni toplum yeni bir ‘kimlik’, bu ise yeni bir ‘tarih’ demekti…

Dolayısıyla Türkiye’deki gerçeklikten kopuk tarih anlayışı, gereksinilen ‘Türk kimliği’nin inşası için uygun ve zorunlu bir araç olarak görülüyor. Kadim Osmanlı kimliğinin zımni çoğulculuğuna, hatta kozmopolitliğine karşın, yeni kimliğin milli, tekil ve steril bir öze dayanması istenmekteydi. Bu nedenle tarih, istenmeyen yönlerinden budanırken, tüm çağları kuşatan ve tüm yaşanmışlığın üzerini örten fiktif bir süreklilik üretilip, Türk kimliği de bu sürecin yegane aktörü olarak sunuldu. Türk Tarih Tezinin dünyadaki tüm buluşları Türklere mal eden, tüm uygarlıkları Türk soyunun uzantısı olarak sunan, Türk kanının bozulmamış tek kan olduğunu öne süren gerçeküstü yaklaşımı ancak bu bağlam içinde anlaşılabilir…

Ne var ki sonuçta idame ettirilmesi mümkün olmayan, gerçeklikle her karşılaşmada hayalet görmüşçesine içe kapanan bir tarih söylemine mahkum olundu. Türk kimliğinin bu yükü taşıması gerçekten de artık pek mümkün değil… Gerçeklikten korkan bir kimlikle cumhuriyet olmak da çok zor… Sağlığımıza kavuşmak için o dönemi konuşmak gerekiyor…

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/yazar.do?yazino=448777

Yorumlar kapatıldı.