İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ezilen kimlikler mi, kimlikler altında ezilen insan(lar) mı?

Ç. CEYHAN SUVARİ 

Kimlik, çıkış noktasında bir yönüyle kişisel yani doğuştan gelen bir takım referanslara dayanırken diğer taraftan sonradan kazanılan ve kültürel kodlar üzerinden kurulan bir algı biçimidir. Eriksen’in ifadesiyle, “birbirinden farklı kültürel birikimlere sahip insanlar, tanım gereği, kendi farklı ortamlarının farklı sistematik kültürel yetiştirme tarzlarını taşırlar”. Bu nedenle kimlik, tanıma ve tanınmayla ilintili olarak iki yönlü bir kavramdır. Hem bireysel düzeyde ben kimim, hem de toplumsal düzeyde biz kimiz sorusuna verdiğimiz ve karşı taraftan aldığımız yanıt bireysel ve kültürel kimliğimizin cevabıdır. Dolayısıyla bütün kimlik algıları için kesinlikle bir “öteki”ye ihtiyaç var. Diğer bir deyişle kadın kimliği ancak erkek kimliği karşısında anlam kazanırken, kentli kimliği köylü/kırsal kimliği karşısında, Hıristiyan kimliği diğer tüm dinler karşısında, Türk etnik kimliği yine diğer tüm etnik kimlikler karşısında anlam kazanır. Bu yönüyle aslında kimlikler, özellikle dinsel, etnik ve ulus kimliği gibi kültürel kimlikler, varlık nedenlerini çoğunlukla düşman olarak algıladıkları “ötekilere” borçludur.
Diğer yandan günümüz “modern dünyası”nda her türlü kimlik algısı hiç olmadığı kadar önemseniyor ancak, yine tarihte şimdiye kadar hiç görülmedik biçimde çatışma nedeni olarak kullanılıyor. Özellikle ulusal, dinsel ve etnik kimlikler arası çatışmalar artarak devam ediyor. Bu çatışmalara paralel olarak kimlikler arası sınır ve uçurum giderek daha da derinleşiyor ve içinden çıkılmaz hale geliyor.
Aslında çatışmalara bahane olan kültürel kimlikler doğal olmaktan çok inşa edilirler. İnşa sürecinde gruplar arasında doğal olmayan bir takım sınırlar belirlenir. Sınırların nerede başladığı ya da nerede bittiği kesinlikle cevaplandırılamıyor. Çok basit bir yaklaşım olsa da anlatmaya çalıştığım durum için şöyle bir örnek verebilirim: Söz gelimi Türk yahut Kürt kimliği için en önemli sınır kodu dil olarak kabul ediliyor. Oysa Mardinli bir Türk, konuştukları Türkçenin dışında, kültürel olarak Aydınlı bir Türk’ten çok daha fazla, Süryani ve Arap’la benzeşir. Aynı şekilde yine Mardinli bir Kürt de, Karslı bir Kürt’ten ziyade yukarıda saydığım hemşeri etnisitelerle benzeşir.
Kültürel kimlikler arasındaki sınır yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi çoğunlukla topluluklar arasındaki farklılıklar ile desteklenir. Ancak bu farklılıklar da zaman ve mekân içinde değişiklik gösterir. Sözgelimi bazen dil, bazen din, kimi zaman fiziksel görünüm, kimi zaman ekonomik uğraş ya da ortak ata kurgusu bir farklılık olarak algılanabilir. Tabii ki, kültürel kimlikler arasında tarihsel, kesin ve uzlaşmaz olarak algılatılan bu farklılıklar ve karşıtlıkları, nesnel kültürel farklılıklar değil, birbirine yakın ideolojilerin bu farklılıkların önemli hatta ilahi olduğuna ilişkin dayatmaları biçimlendiriyor. Ancak bu durum, topluluklar arasında hiçbir farklılık yoktur yahut tüm farklılıklar ideolojiktir şeklinde anlaşılmamalıdır. Dünyada tek bir toprak parçası yoktur ki, homojen bir kültüre ve kimliğe ev sahipliği yapsın. Anadolu’da, farklı diller konuşan ve farklı dinlere mensup insanların yaşadığı köyler dahi mevcuttur. Dolayısıyla sorun kültürel farklılıklarda değil az önce vurguladığım gibi, bizzat bu farklılıkları siyasal olarak değerlendirip halklar arasında uzlaşmaz uçurumlar çizen ideolojilerdedir. Söz konusu ideolojilerle biçimlendirilmiş topluluklar, kültürel farklılıkları kendi lehlerine bir üstünlük payesi olarak okuyor ve ötekiler üzerinde egemenlik kurmayı tanrısal bir hak olarak görüyorlar.

Değişen algılar
Kimlik algısının zaman ve mekân içinde değişebileceğini söylemiştim. Nitekim 90’lı yılların başından itibaren, Yugoslav kimliğinin bir anda parçalanarak yerini Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon kimliklerine bıraktığına hep beraber şahit olduk. Benzer şekilde I. Dünya Savaşı sonunda yapay olarak üretilen Iraklı kimliğinin yerini şimdi Şii, Sünni, Kürt ve Türkmen kimliklerine devrini televizyondan canlı yayınlar aracılığıyla izliyoruz. Ancak bu kimlik ayrışmasının bir sonu var mı? Elbette hayır. Nitekim yine Irak üzerinden bakarsak Türkmenler Şii ve Sünni, Kürtler Kurmanç (KDP) ve Soran (YNK), genel anlamda tüm Iraklılar İslamcı ve laik şeklinde ayrışma potansiyeline hatta gerilimine sahiptir. Anadolu’ya baktığımızda ise, 1900’lü yılların başında Türkler ve Kürtler Müslüman kimliği altında Anadolu’nun diğer özgün kimlikleri olan Hıristiyan Ermeni ve Rumlara karşı beraber hareket etmişti. Ancak günümüzün değişen koşullarında Türk ve Kürt kimliklerinin kendisi adeta etnik bir çatışmanın eşiğine geldi. Öyle ki, 1980 öncesi Türkiyesinde Kürt ve Türk emekçilerinin ve aydınlarının birlikte örgütlendikleri STK’larda dahi, ortak düşman olarak gördükleri kesimlere (burjuva sınıfı, faşistler, emperyalistler vb.) karşı topyekûn mücadele edilirken, günümüzde pek çok Türk emekçisi için Kürt olan STK’lardan atılması gereken bölücülerdir. Nitekim memur ve işçi sendikalarının yukarıdaki düşünceyi doğrularcasına ayrıştıklarını görebiliyoruz. Yukarıda özetlediğim gelişmelerin tam tersi örneklere de şahit oluyoruz. Zira son günlerde İslam peygamberinin karikatür olayı ve Papa’nın İslam üzerine yaptığı konuşma tüm Müslümanları Hıristiyan Batıya karşı birleştirmiş görünüyor. Oysa aynı Müslümanların her gün, farklı mezhepten olmaları ya da farklı dilleri konuşmaları sebebiyle birbirlerini boğazlamalarına ve canlı bombalarla birbirlerinin camilerine saldırmalarına alışmıştık.
Kimlik tanımlaması insanların bakış açısı ve dünya görüşüne göre de değişir. Geçtiğimiz aylarda Fransa’da yaşanan olaylarla ilgili yorumlar anlatmaya çalıştığım durumu çok güzel özetler: Varoşların ayaklanması (sınıfsal), Müslüman – Hıristiyan çatışması (dinsel), Ortadoğulu ve Batılı çatışması (medeniyetler çatışması) şeklinde pek çok farklı tanım ve yorumla karşılaşmıştık. Kimlik tanımlamasındaki bu ‘engin göreliliği’, mekân farklılığının kimlik algısı üzerindeki etkisinde de görüyoruz. Zira Anadolu’nun Türk, Kürt, Çerkez, Alevi, Sünni vb. şeklindeki heterojen kimlik yapısı, Batı ülkelerinde homojenleştirilerek Türk, Müslüman, Ortadoğulu, Asyalı hatta Arap olarak toptan tanımlanıyor.
Aynı zamanda kimliklere yüklenen anlamların da (özellikle kalıpyargıların) zaman ve mekân içinde değişikliğe uğradığını söyleyebiliriz. Sözgelimi Vanlı bir Kürt, örneğin İzmir’de ‘hırsız’, ‘tembel’ ve bilumum ‘pis işlerin kaynağı’ olarak görülebiliyorken, aynı Vanlı için bu defa Van’da bulunmak zorunda olan İranlı bir mülteci benzer olumsuz sıfatlara sahiptir. Ancak Batı ülkelerinde yaşayan İzmirli, Vanlı ve İranlı hep birlikte yukarıda anılan kalıpyargılardan nasiplerini alırlar. Dolayısıyla kimlik algısı değişken olduğu kadar ikiyüzlüdür de. Eminim çoğumuz gündelik hayat içinde şöyle bir diyaloğun şahidi hatta bizzat muhatabı olmuşuzdur: “Benim pek çok Alevi/Sünni-Kürt/Türk arkadaşım var. Çok iyi insanlar onları çok severim. Ama bizim mahalledekiler!..” Bu ve benzeri diyalogların artık, halklar arasındaki masum bir ötekileştirme söyleminin çok ötesinde, siyasal bir etnik ayırımcılığa dayanan ideolojik yönlendirmelerin ürünü olduğunu söylemek sanırım mübalağa olmayacaktır.

Kimlik kaosu
Dünyada yaşanan durumu dikkate alarak, aslında tüm bunların bir kimlik kaosu, ya da yine Eriksen’in ifadesiyle bir “kültür terörizmi” olduğunu söyleyebilir miyiz? Düşünün ki, bir insan gündelik hayatında erkek/kadın, homoseksüel/heteroseksüel, evli/bekâr, anne/baba, Doğulu/Batılı, Kürt/Türk, Müslüman (Alevi/Sünni/ Şii vs) / Hıristiyan (Katolik/Protestan/Ortodoks vs.), işçi/memur, köylü/kentli gibi pek çok kimliğe sahiptir. Ve doğal olarak dünyada, kimlik algılarından herhangi birinin ya da birkaçının gasp edilmediği tek bir insan dahi yoktur. Yani aslında egemen/başat kimlik sahipleri de dahil tüm insanlar kimlik çeşitleri içinden en az birinden mustariptirler. Üstelik kimlik mağduriyetine neden olan bu gasp ve hoşgörüsüzlük sadece resmi olan devlet ve kurumlarınca değil, bizzat bireysel düzeyde de yapılıyor. Bu durum, bireysel ve kültürel hakların ya da kimlik sembollerinin gaspı şeklinde gerçek olabileceği gibi, egemen kimliklerin çeşitli şekillerde “iç ve dış düşmanlarca” kuşatılmışlık paranoyası ile mevcut kimliğin tutunum aracı olarak, sanal bir mağduriyet söylemi şeklinde de olabilir. Nitekim Türkiye’deki milliyetçi gruplar için, Türklerin dışında kalan herkes “Türklüğü yok etmek için çalışan gafillerdir”, üstelik bu gafiller sadece dışarıdaki gruplar değil, içerdeki “sözde vatandaşlar” olan Kürtler, gayrimüslimler hatta Çingeneler ve bunların “yaltakçısı sözde aydınlar”dır da. Dünyadaki tüm ulus-devletlerin varlığını korumak ve sürdürmek için benzer bir şekilde yapay iç ve dış düşmanlar yaratarak halkı sürekli bir paranoya altında birarada tutmaya çalışması bilindik bir numaradır. Dolayısıyla gerçekte sadece ezilen kimlikler değil, sürekli korku ve paranoya altında yaşatılan egemen kimlik mensupları da mağdur ediliyor. Toparlarsak, önümüzde bize sunulan iki seçenek var: Ya etnik boğazlaşmalarla dünyamızı birbirimize dar edeceğiz ya da yeni bir egemenlik biçimi olan çokkültürcülük söyleminin cezbedici büyüsüne kapılarak kansız bir şekilde hâkim kimliğe dahil olacağız. Oysa dünya farklı kültür ve kimliklerin içiçe geçtiği bir mekândır. Dolayısıyla farklılıklarımızın ne bir ayrıcalık ne de birlikte yaşayabilmemizin önünde bir engel olmadığı, bizzat beraber yaşamanın gerekçesi olabileceği üçüncü bir alternatif her zaman vardır.

Ç. CEYHAN SUVARİ: Antropolog 

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6412

Yorumlar kapatıldı.