İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tanrıça İnanna’nın rahibeleri ya da tarihsel hesaplaşma alanı olarak hukuk

Ferhat Kentel

İşin iyice suyu çıktı… Bir tek eksik kalmıştı; o da tamamlandı. “Modern Türkiye” standartlarına göre “ideal Türk milliyetçisi” olarak tanımlanabilecek bir insan da, yazdıkları nedeniyle yargı önüne çıktı.

Türkiye’nin ilk Sümerologlarından 92 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ, gazete ve televizyon haberlerine göre, laik Cumhuriyet’in bir savunucusu olarak, kamusal alanda başörtüsüne karşı çıkan, örneğin “Emine Erdoğan’ın başörtüsünü bir Başbakan eşi olarak ancak evinde takabileceğini” söyleyen, “memlekette gerici bir dalga olduğuna” inanan, “Atatürk ilkelerine bağlı” bir kişi. Aynı zamanda, “Ermeni soykırımını inkar edenlere ceza verilmesini öngören yasa”ya karşı Fransız mallarının boykot edilmesinden yana tavır koyan ve “suçlu” bulunduğu takdirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeyeceğini, “kendi ülkesini suçlayarak alçalmayacağını” dile getiren Çığ, bütün bu söylemiyle bugünkü Türkiye’de ideal bir milliyetçi ve makbul bir vatandaş olmak için her türlü vasfa haiz bir kişi…

İşte Muazzez İlmiye Çığ, gene gazete haberlerine göre, Vatandaşlık Tepkilerim isimli kitabında kadınların başlarını örtme geleneğinin Sümerlere dayandığını, hayatlarını Tanrıça İnanna’ya adayan rahibelerden bazılarının tapınaklarda ‘genel kadınlık’ da yaptıklarını ve toplumdaki farklı sosyal konumlarını göstermek üzere başlarını örttüğünü, baş örtme geleneğinin daha sonra Asurlarla birlikte yayıldığını, Yahudilik ve Müslümanlığa kadar ulaştığını anlattığı için mahkemeye verildi.

Aslında tarihsel bilgiyle uğraşan ve üçbini aşkın tableti çözerek Sümer uygarlığı konusunda önemli çalışmalar yapan Çığ ve yayıncısı, Türk Ceza Kanunu 125’inci ve 216’ıncı maddelerine dayanılarak, yani “kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlere hakaret”ten ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamaktan” yargılandı.

O bile yargılandı ve neyse ki, beraat etti…

Bugünün Türkiye’sinde onlarca, yüzlerce aydın, yazar ya da çizer düşündüklerini, romanlarında kahramanlarını konuşturdukları ya da araştırmalar sonucunda vardıkları sonuçları kamuyla paylaştıkları için adeta engizisyon yöntemlerine maruz kalıyorlar: “Neden böyle düşündün? Niyetin neydi? Halkı neden tahrik ediyorsun, aşağılıyorsun?” türünden ahiret suallerine muhatap oluyorlar.

Orhan Pamuk gibi, Elif Şafak gibi, Hrant Dink gibi; son olarak Muazzez İlmiye Çığ gibi… Ama aynı zamanda davalarını merkez medyanın pek kafaya takmadığı islami eğilimli aydın ve yazarlar yani Nurettin Şirin gibi, Abdurrahman Dilipak ya da başkaları gibi…

Bunlar en meşhurları… Bizim İstanbul’dan ancak insan hakları için mücadele eden derneklerin gündemine girerse, ya da gazetelerin arka sayfalarında küçük puntolarla yer alır ve gözümüze çarparsa haberimizin olduğu ve o zaman bile çoğunlukla gözlerimizi kaçırdığımız dünya kadar insan, “marjinal” diye adlandırılan dergilerin yazarları ya da Anadolu’da, bilmem hangi anlı şanlı otoriter beylere hakaret ettikleri için yerel gazeteciler sürüm sürüm süründürülmeye devam ediyorlar.

Ancak bu McCarthy’ci, engizisyoncu zihniyetin hışmına maruz kalan insanların muhatap oldukları davalar içinde bir konu var ki, gerçekten yakıcı bir soruna işaret ediyor. Türkiye’de devletin içine çöreklenmiş olan engizisyoncu zihniyetin temsil ettiği, fakat sadece orada kalmayıp kendilerini farklı kültürel-siyasal dairelerde tanımlayan gruplarda izleri gözlemlenebilen bir tarih algısı sorunu var. Hatta “grup” gibi olmaya bile gerek yok; neredeyse tek tek her birimizde varolan kutsallaştırılmış bir tarih ya da tarihin bir bölümü var.

Bu toplumun tarihiyle ciddi bir sorunu var. Sanki tarih, hesaplaşarak aşmak, bugünü ve birbirimizi daha iyi anlamak için bir bilgi deryası değil, bugünkü konumumuzu güçlendirerek ötekini görünmez kılmak için kuşatma altında tuttuğumuz, içeri giriş ve çıkışlarını engellemeye çalıştığımız kale görünümünde şu anda… Hukuktaki çatlaklar sayesinde herkesin kaleleri arasında acımasız bir hesaplaşma hukuk alanında sürüyor, sanki o kaleleri hukuk koruyabilecekmiş gibi… Sanki tarih kalelere hapsedilebilirmiş gibi…

Bu arada, tarih üzerine yapılan ve savaşı andıran bu hesaplaşmalar arasında Muazzez İlmiye Çığ’ın davasında, üzerinde düşünülmesi gereken bir kaç husus var.

Bu davayı açanlar, genç Sümer erkeklerine cinsellik dersi veren rahibelerin başörtü takmış olmalarının bir kitapta yer almış olmasını, bugün toplumda “dine göre kutsal sayılan değerlere hakaret” ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamak” olarak mı düşünüyorlar gerçekten? 6000 yıl önceki pratiklerle ortaya çıkan bir kurgunun bundan 1400 yıl önce yeni kurgularla bambaşka anlamlara geldiğini, sonra bugün gene bambaşka anlamlara gelebileceğini göremiyorlar mı? Mesela en basit olarak bugün modernlik tezahürü altında varlığını sürdüren ve “devlet” dediğimiz aygıtın Nazi, Endülüs, Osmanlı, İttihat Terakkici, sömürgeci, emperyalist, Fransız, Cezayir versiyonlarının olduğunu, her seferinde farklı anlamlar içerdiğini, bazan kanlı, bazan barışçı özellikler kazandığını görmüyorlar mı? İslam peygamberinin bir devlet kurduğunu ve tarihte varolmuş devletlerle bir devamlılık ama aynı zamanda bir kopuş olduğunu bilmiyorlar mı? Bütün geçen süre zarfında insanoğlunun bağlandığı değerlerin sürekli değiştiğini, eskiden olumsuz olan bir geleneğin sonradan olumlandığını ya da tersinin söz konusu olabileceğini, bir kurumun işlevinin değişebileceğini düşünemiyorlar mı?

Tarihin derinliklerinde varolmuş bir sembolün o zamanlar taşıdığı anlamın bugün bizim için gerçekten hakaret içerdiğini ve bu hakareti hukuk vasıtasıyla engelleyebileceklerini mi düşünüyorlar? Hatta tam tersine; bu tür bir hakaret algısının, bugünkü toplumun değerlerine; başörtüsünü sahiplenenlerin ona yükledikleri anlama hakaret olduğunu düşünemiyorlar mı? Geçmişte varolmuş bir anlam onları neden bu kadar korkutuyor?

Ancak dava açanlar tarihi tutsak edip, bugüne bulaşmaması için ellerinden geleni yaparken, öte yandan hakkında dava açılan Çığ, tarihle nasıl bir ilişki kuruyor? Çağdaşlık ve laiklik adına, başörtüsüne karşı mücadele ederken, derlediği tarihsel bilgiye dayandırarak mı bugünkü ideolojik pozisyonunu alıyor? Yani geçmişte Tanrıça İnanna’nın rahibelerinin başörtü takmaları, başörtüsünün bugünkü anlamı için bağlayıcılık mı taşıyor? Dolayısıyla bugünkü Müslümanların başörtülerine yükledikleri anlam “yanlış” mı?

Diyelim ki, baş örtmek Müslümanlığa özgü bir şey değil (kaldı ki gerçekten öyle; yani özgü değil)… Yani Çığ’a göre, Müslümanların devraldığı bir gelenek… Yani Müslümanların o zamandan beri “kamusal alanda kullandıkları” bir gelenek… O zaman, bu “bilgiye” rağmen, neden Müslümanların “bugün” başörtüsünü evlerinde bırakmaları gerekiyor?

Dava açanların bir takım tutkularla hareket ettiğini ve abuk sabuk bir dava açtıklarını, doğru varsaydıkları bir tarih adına başka bir tarihe karşı savaş açtıklarını biliyoruz. Peki, bir bilim insanının yaptığı bu derin ve zengin araştırmadan topladığı bilgiler ve ortaya çıkarılan tarih, bugünkü pozisyonunun güçlendirilerek, bugünkü hesaplaşma için, çağdaşlık adına sergilenen tutkularla esir alınan bir tarih olmasın? Ya da o tarih adına, “bugün” esir olunuyor olmasın?

Sahi neden açıldı bu dava? Hukukun, kanunların ne işi var tarih ve bugünün karşılaşmasında? Kanun, tarihi nasıl yasaklayabilir? Kanun, bir geleneği kamusal alanda nasıl yasaklayabilir?

http://www.gazetem.net/fkentelyazi.asp?yaziid=296

Yorumlar kapatıldı.