İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Elleri yıkamak

Geleneksel kıyafetleri içinde, Gürünlü Ermeni dokumacılar.

Devletler kendi ellerindeki kanı yıkamazlar, ama başkalarının elini yıkamaya da soyunmamalıdırlar. Onların ellerini ancak bütün dünyada özgürlük mücadelesi yapan insanlar ve namuslu tarihçiler yıkayabilir

TALAT KIRIŞ

Fransız Parlamentosu, 2001 yılında kabul ettiği “Ermeni Soykırımı” yasasına, 12 Ekim 2006’da bir ek yaparak “Ermeni Soykırımı”nı inkar edenlere ceza verilmesini de yasal hükme bağladı. Bu karar ülkemizde büyük bir öfke uyandırdı. Mesele olayların tarihi yorumu yanında, “Avrupa”nın bizi içine almak istememesi, dahası bölmek ve parçalamak emelleri üzerinden de tartışıldı. Bu yazıda kendimle ilgili iki anıdan yola çıkıp bu konudaki görüşlerimi ortaya koydum.

Gürünlü Karakinler
Rahmetli babam anlatmıştı. Doğduğu kasaba olan Sivas’ın Gürün ilçesinde 1900’lü yıllarda çok sayıda Ermeni ve Türk birlikte yaşarlarmış. Gürün zamanına göre oldukça gelişmiş bir beldeymiş. Babamın dedesi 1. Dünya Savaşı yıllarında Gürün’ün belediye başkanıymış. Ermeni çetelerinin düşmanla işbirliği yaptığı, bunu önlemek üzere tehcir tedbiri alınacağı haberi kendisine ulaştığında, tehcir sırasında göçe tabi tutulacakların yaşamlarının güven içinde olmayacağını düşünerek sevdiği, yakın dostu iki doktoru korumak için aileleriyle birlikte kendi evine davet etmiş. Ancak anlaşılan o güvensizlik ortamı içinde doktorlar dedemin babasının teklifini reddetmişler ve sonunda hayatlarına mal olan zorlu göçe tabi tutulmuşlar. Gürün’de Ermeni nüfusu bir hayli azalmış, ancak biri de dedemin katibi olan pek çok Ermeni 1930’larda hâlâ Gürün’de bulunuyormuş. Babam çocukluk anılarında bu insanları sevgiyle hatırlardı. Sonradan bunlar da Arjantin’e göç etmişler. Yıllar sonra İstanbul Yalova feribotunda babam, birkaç cümlelik İngilizce dağarcığıyla Bursa’ya gitmekte olan bir Arjantinliye bir yandan yardım etmeye çalışırken, bir yandan da 30 yıl önce Buenos Aires’e göç etmiş baba dostlarının izini sürüyordu. Nitekim küçük kağıtlar üzerine karalanan birkaç isim ve adres netice verdi ve aylar sonra babama ikinci kuşak Karakin’lerden sıcak bir kart geldi ve epey bir süre yazıştılar. Aradan bir 30 yıl daha geçti ve iki ay önce Arjantin’den Türkiye’ye gelen ve burada merdivenlerden düşüp boynunu kıran bir Ermeni hastam oldu. Buradaki akrabaları ve Arjantin’den gelen oğlu Sivas’tan gittiklerini söyleyince, dede ve baba dostu olan ve yalnızca soyadlarını bildiğim insanlardan söz ettim. Bir ay sonra çat pat Türkçe konuşan biri Arjantin’den cep telefonumu aradı, dilin ve teknolojinin izin verdiği ölçüde birbirleri hakkında kuşaklar boyunca aktarılmış sıcak duygular dışında hiçbir şey bilmeyen bir Türk ve bir Ermeni olarak sohbet ettik.
İkinci anı 1992 yılının soğuk bir Kasım gecesinde Glasgow’da yaşandı. 2. Uluslararası Nörotravma Kongresi’nde, bir ödül de alan bilimsel çalışmamı sunmuş, o keyifle akşam İskoç viskisinin tadını çıkartmış otelimize dönen birkaç Türk bilim insanıydık. Karnımız açıkmıştı ve sabaha kadar açık olan bir büfeye girdik. Bizimkilere benzer bir tür dürüm yapıyorlardı. Gecenin o saatinde ızgaranın arkasında, bizim buraların insanlarına tıpatıp benzeyen 30 yaşlarındaki delikanlıya. Yoksa Türk müsün? diye sorduk. İran asıllı İngiliz vatandaşı bir Ermeni olduğunu ve Türkleri sevmediğini söyledi. Gecenin kalanında 1915 olayları ve Asala’nın diplomatlarımızı öldürmesi üzerinde saatler süren tartışmalara giriştik. Sonunda insanların, barış, ulusların ve insanların evrensel hakları ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde bu gezegende birlikte varolmaları gerektiği üzerinde bir anlaşmaya varmış ve eyvallah deyip kapıdan çıkıyorduk ki “By the way, what’s your name/Bu arada adın ne?” diye sordu. Ben de adımı söyledim: Talat Kırış. “Talat like Talat Pasha/Talat Paşa’daki Talat gibi mi?” dedi ve o anda bütün konuştuklarımız silindi. Bir iki saattir gördüğü, konuştuğu ve aslında nefret edilecek bir yanı olmayan Türkler yok oldu ve Talat Paşa’nın imgesinde cisimleşen ve tüm hayatı boyunca kendisine anlatılmış eli kanlı Türkler haline dönüştük birden. Arkamdan bakan bir çift nefret dolu gözü hâlâ bütün canlılığı ile hatırlıyorum.

Dezenformasyon
Toplumlar arasındaki ilişkiler, insanlar arasındaki ilişkilere benzer. Evrensel haklılığı bu ilişkilerde yakalamak neredeyse imkansızdır, çoğu zaman çıkar çatışmaları ve bu çatışmalar üzerinden kurulan tezler belirler gidişatı. Bu ilişkilerde tarih üzerinden konuşup tartışmak da zordur. Çünkü tarih daha yaşanırken deforme edilmeye başlanır. Dezenformasyon bir 20. yüzyıl icadı değildir. Tarih boyunca iktidar mücadelesi yapan bireyler ve uluslar dezenformasyonu kullanmışlardır. Kanuni Sultan Süleyman, iki oğlunu dezenformasyon sonucunda öldürttü. Marat, Fransız İhtilali sırasında düzinelerle insanı dezenformasyon yaparak giyotine yolladı. Geçmişteki pek çok savaşın asıl nedeni çarpıtıldı. En yakın örneği ise Irak’ta kimyasal silahlar bulunduğu uydurmasıydı.
Geçmiş olduğu andan itibarense tarihi çarpıtmak, profesyonellerin işi haline gelir. Bizansın resmi tarih yazarı Prokopius, ‘Bizansın Gizli Tarihi’ isimli kitabının başında “Şimdiye kadar birbiri ardına gelen savaşlarda Bizans halkının deneyimlerini yazarken bütün olayları zamana uydurmak zorunda kalmıştım. Artık bu yöntemi bırakıyorum. Bu kitapta Bizans İmparatorluğu’nda nerede ne olmuşsa her şeyi apaçık ortaya koyacağım” der. Bu demek değildir ki bütün tarih uydurmadır, ama şu demektir ki tarihi gerçekler eğilip bükülebiliyor. Hele de Fransız Parlamentosu olayında olduğu gibi o tarihle hiç ilgisi ve bilgisi olmayanların tarihe not düşmeye kalkıştıkları durumlarda.
Peki biz Türkler bu meseleye nasıl bakmalıyız? Öncelikle geçmişte ellerini temiz tutmayı başarmış hiçbir ulus olmadığını, biz Türklerin de diğerlerinden farklı olmadığımızı anlamalıyız. 1910-1923 yılları, bir imparatorluğun yıkıldığı yıllardır ve elbetteki bir imparatorluğun yıkılması güle oynaya olmayacaktır. Acılarla dolu 10 yıldan fazla bir zaman süreci yaşandı. Şu anda babamın memleketi olan Gürün’de Ermeni kalmadı, ama annemin ailesinin geldiği Balkanlar’da da pek az Türk yaşıyor. O dönemde büyük acılar çekildi, yüz binlerle ifade edilen sayıda Ermeni öldü ve öldürüldü. O zamanki Osmanlı Devletini yönetenlerin, bırakın bu trajedide pay sahibi olmasını, bunca insanın ölümüne mani olamamaları bile yeterli bir ayıptır kolektif vicdanımız açısından. Ama ayıpları saymaya başlarsak uzun bir liste yapmak lazım. 1800’lerin son çeyreğinden başlayarak önce o zamanki Rus devletiyle sonradan diğer işgalcilerle işbirliği yapıp beraber yaşadıkları insanları katleden ve bunun ideolojik arka planını oluşturan Ermeni kanaat önderlerini de hatırlamak gerekir.

İlk taşı günahsız atsın
Onlarca cephede çarpışıp milyonlarca evladını kaybederken, bir de ellerinden koca bir imparatorluğun kaybolup gitmesinin gerçeği ile perişan bir halde yüzleşmek zorunda kalan Anadolu insanı, bir anda ülkesinin her yerinde işgal kuvvetleriyle karşılaştı. O işgal kuvvetleri emperyalist amaçlarının gerçekleşmesi için elbette yüzlerce yıldır birlikte yaşayan insanları da birbirlerine karşı kullandı. O tarihte bu ülkeyi işgal etmeye soyunmuş olanlar, filmin kurgusundan o sahneleri kesip kolektif bilinçlerinden atmakla ve o dönemin tüm tarihini Ermenilerin üzerinden okumaya çalışmakla işin içinden sıyrılıp çıkamazlar. Ama o yılları, öncesini ve sonrasını parlamentolarımızda hatırlayacaksak Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Amerikalılar, Ruslar, Almanlar, Yunanlılar, Ermeniler, Türkler hep beraber hafızalarımızı tazeleyelim ve ilk taşı da en az günahı olan atsın.
Dünya gezegeninde 2006 yılında yaşayan bir insan, bir Türk, meseleleri nesnel yöntemlerle düşünmeye çalışan bir bilim adamı olarak benim bu konuya bakışım şudur. 1915’te yüz binlerce Ermeni zorla göç sırasında öldü ve öldürüldü. Vatandaşlarını bu katliamdan koruyamamış olan Osmanlı Devleti’nin o tarihteki yöneticileri hatalıdır. Aynı yöneticiler sonucu yüz binlerce Türk ve Müslüman’ın ölümüne yol açacak başka hatalı kararlar da vermişlerdir. Osmanlı yöneticilerinin hataları o yöneticileri tasfiye edip o devleti yıkarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne genişletilip yayılamaz. Bu durum hukuki anlamda ilk kez Yahudiler için tanımlanmış olan soykırım kavramıyla örtüşmüyor. Aynı tarihlerde yüz binlerce Türk ve Müslüman da imparatorluğun geniş coğrafyası içinde etnik temizliğe uğradı.
Avrupadaki kimi parlamentoların Türklerle Ermeniler arasında yüzyıl önce meydana gelmiş olayları irdelemelerinin altında evrensel barışa katkıda bulunmak, ulusları birbirine yaklaştırmak gibi niyetler yoktur. Fransız Parlamentosunun son çıkardığı yasa bu çağa yakışmayan, özgür ve bağımsız düşünceyi savunanlara karşı indirilmiş bir darbedir. Türkiye Parlamentoları da son 50 yılda çağa yakışmayan, özgür ve bağımsız düşünceyi savunanlara karşı darbeler indiren pek çok yasa çıkardı, bu yasalar sonucunda yalnızca düşüncesini dile getirmiş olan on binlerce insan yargılandı, mahkum edildi, acı çekti.
Tarih yalnızca tarihçilerin değil hepimizin işidir. Ancak tarih fizik bilimi gibi ispatlanabilen yasalar üzerinden yürümez. Çarpıtılmış gerçeklerin ayıklanmasıyla yazılır. Devletler kendi ellerindeki kanı yıkamazlar ama başkalarının elini yıkamaya da soyunmamalıdırlar. Onların ellerini ancak bütün dünyada özgürlük mücadelesi yapan insanlar ve namuslu tarihçiler yıkayabilir. Tarihte bir zaman birbirine zarar vermiş uluslara ait olmak, insanların birbirlerinden nefret etmelerini gerektirmez. Yeni dünya insanları, birbirlerini ve bu gezegeni tahrip etme pahasına kendi çıkarları için örgütleyen, sevk ve idare eden insanların, şirketlerin ve devletlerin sürekli mağlup edilmeleriyle kurulabilir ancak.
TALAT KIRIŞ: Prof. Dr., İstanbul Üni. 

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6387

Yorumlar kapatıldı.