İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Millet, ümmet, cumhuriyet ve demokrasi

Hepimizin günlük yaşamda çok sık kullandığı millet ve ümmet kavramları ile ilgili çok ilginç bir saptamayı ilk kez Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabında gördüğüm zaman yanılmıyor isem üniversite öğrencisi idim; o zaman bana çok şaşırtıcı gelen bu saptamanın aslında çok şaşırtıcı olmadığını ve bizim Cumhuriyetimizin temel şifresi olduğunu ise seneler sonra anlayabildim.

Niyazi Berkes ünlü Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabında millet ve ümmet kelimelerinin anlamlarının Arapçadan Türkçeye ve özellikle Cumhuriyete geçer iken şaşırtıcı bir değişim, ters anlam kazanma sürecini yaşadıklarını yazar; elimde Berkes’in kitabının Bilgi Yayınevi birinci basımı (1973) mevcut ve bu kitabın 199. Sahifesinde aynen şöyle yazıyor: “(aslında ise Arapçada bu terimler Türkler arasındaki anlamlarının tersine kullanılır; umma ulus birimi, mille ise müminler birimi demektir)”.

Hepimiz ilkokul kitaplarından bu yana millet kelimesinin ulus, nasyon anlamına, ümmet kelimesinin ise müminler topluluğu anlamına geldiğini öğrenerek büyüdük ama sonradan öğrendiğimiz bu anlam sapması üzerinde ya düşünmedik ya da gündemimize bile hiç gelmedi.

Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lügatı da millet kelimesini “din, mezhep” olarak tanımlıyor ve millet-i islam için de “İslam dininde bulunanların hepsi diyor; ümmet kelimesinin ise iki anlamı var ve bunlardan biri de “bir dille konuşan insanların hepsi”. Bu tanımdan çok net anlaşılacağı gibi ümmet bizim bugün kullandığımız ulus kavramına çok daha yakın; kelime ana anlamına gelen Arapça “ümm”’den geliyor yani aynı ananın çocukları demek ve inanç bağı değil kan bağı çağrıştırıyor.

Uzun lafın kısası bizim bugün Türkçede kullandığımız millet yine bizim bildiğimiz ulus ya da nasyon değil; keza ümmet de yine bugünün Türkçesinde yine bizim bildiğimiz ümmet anlamına gelmiyor, tam tersi daha doğru.

İşimiz kelime kökenlerine takılmak değil ama bu anlam kaymasının neden meydana geldiği kanımca bizim yakın tarihimizin temel şifresini oluşturuyor, açmaya gayret edeceğim.

Bugünkü Türkçemizdeki anlamı ile milllet kavramının Osmanlı millet sisteminin Cumhuriyete bir mirası olduğunu görmemek olanaksız; bu yazıda kendi haddimi de aşıp Osmanlı millet sistemi üzerinde bir şey yazmayacağım ama aşağı yukarı herkes Osmanlı’da millet sisteminin din temelli bir ayrışım ve birlikte yaşama olduğunu biliyor, detaylarına girmiyorum. Osmanlı’da katolik milleti, ortodoks milleti, müslüman millet, musevi milleti gibi farklı milletler anlayışı, özellikle Tanzimat sonrası yaygınlaşıyor.

İşimiz, konumuz tarih olamaz ama 1923 Cumhuriyeti’nin Türk ulusu der iken millet kelimesini tercih etmesi aslında ilginç; meselelere biraz da olsa kritik bir gözle bakabilen herkes aslında Cumhuriyet döneminde Türk denen kavramın bir yanda etnisiteye gönderme yaptığını ama öte yandan da Anadolu’ya sıkışan ve farklı etnik kimlikler taşıyan müslümanlar için ortak bir tabir olduğunu görüyor, biliyor.

Özellikle 1937 Anayasa değişikliği sonrası laikliği bayrak haline getiren rejimin ulus kavramına temel olarak din kökenli bir anlayışı yani millet sistemini Osmanlı’dan tevarüs etmesi de hem çok ilginç hem de belki tarihin bir cilvesi.

1936 sonrası azınlık vakıflarına yapılan muameleyi, 1942 Varlık Vergisi faciasını, 1955 6-7 Eylül olaylarını da daha geniş bir perspektif içinde kanımca bu açıdan incelemek gerekiyor zira bu olayların mağdurlarının yaklaşık tümünün Cumhuriyeti kuran kadronun millet anlayışı içinde yer almadığı ortada.

Şubat 1923 nüfus mübadelesi esnasında Anadolu’da yerleşik, hıristiyan ama anadil olarak Türkçe konuşan unsurların da Yunanistan’a gönderilmeleri, Anadolu’ya gelmek isteyen hıristiyan Gagavuz Türklerinin reddi de yine kanımca kurucu kadronun zihniyet dünyasına egemen yurttaş anlayışının hep Osmanlı millet rejiminden kalan Müslüman yurttaş anlayışı olduğuna kanımca kuşku yok; o dönemlerde kullanılan Türk kavramının Müslüman vatandaş anlamına da geldiği bilinmeli.

Bu anlayışı kabullenmede zorlanan yegane müslüman unsur Kürtler ve rejim de zaten onlar ile ne yapacağını pek kestiremiyor, tutarlı ve kalıcı bir politika üretemiyor.

1942’de Varlık Vergisi altında ezilen ve müslümanların bu vergiyi ödemediğini gören bir hıristiyan yurttaşımızın “Atatürk’ün, Ne mutlu Türküm diyene der iken neyi kastettiğini şimdi iyi anlıyorum” hissiyatını iyi anlamak, görmek lazım.

Mesele sadece tarih ile ilgili bir konu değil ve kanımca bu anlayış yani Türk milleti kavramının esas olarak Müslüman tabana dayanması fikri günümüzde de bütün hızı ile sürüyor.

Cumhurbaşkanlığı makamına bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nun iki ay önce yayınladığı bir inceleme raporunda azınlık kişi ve kurumlarını 2006 senesinde “yabancı” diye nitelendirmesi başka ne anlama gelebilir ki; aslında Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu sözde hukuka uygun davranıyor zira Müslüman olmayan yurttaşlarımız için “yabancı” tabirini kullanan esas kurum Yargıtay, yani bir anlamda hukuk yapıcı bir kurum.

Yine iki ay önce hem Fenerbahçe’de yabancı kontenjanını zorlamamak, hem de milli formada yararlanabilmek için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçirilen Brezilyalı Marco Aurelio’nun yani katolik birinin isminin Mehmet olarak değiştirilmesinin mantığını anlamak mümkün müdür? Marco, doğrudur vatandaş olmuştur, ama Müslüman olmamıştır ama buna rağmen isminin bir Müslüman ismine dönüştürülmesinin anlamı ancak ve ancak yukarıda belirttiğim mantık içinde vatandaşlık ve İslamın birlikte telakkisi ile açıklanabilir.

Osmanlı, kendi anlayışı içinde millet sistemini oluşturur iken tutarlıdır ve Müslüman millet tabiri de etimolojik olarak yerine oturmaktadır; tutarsızlık laikliği üstelik Fransız tipi bir laikliği benimsediği iddia edilen Cumhuriyet’in Osmanlı millet sistemini Türk milleti adı ile ama ana unsuru Müslüman vatandaş üzerine devam ettirmek istemesidir. Bu Müslümanlığın da yine Cumhuriyetin tanımladığı bir Müslümanlık olduğunu belirtmeye ne kadar gerek var bilemiyorum.

Anayasamızın 66. maddesinin yani vatandaşlık ilişkisini ve Türk kavramını sadece hukuksal bir ilişkiye indirgediği söylenen maddenin hem lafzının hem de ruhunun tutarsız olduğunu görmemek olanaksız.

Cumhuriyet’in önce gerçek bir Cumhuriyete yani devletin vatandaşa etnik kimliği ve inancı ne olur ise olsun eşit mesafede durduğu bir devlete dönüşmesi gerek; Türkiye’de demokratik Cumhuriyet kavramının tartışılması için önce buranın gerçek bir Cumhuriyet olması lazım ve biz daha bu noktaya hala çok uzağız.

http://www.gazetem.net/eserkarakas.asp

Yorumlar kapatıldı.