İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soykırım yasası ve Orhan Pamuk

AHMET ALİM

Sömürgecilik kendi başına insanlığa karşı işlenen bir suç olduğundan, geçmişlerinde sömürgecilik yapmış olan devletler her halükarda insanlığa karşı suç işlemişlerdir. Bu anlamda sömürgeci geçmişleri olan Fransa ve Türkiye parlamentolarında yaşanan son olaylar, bu ülkelerin tarihlerinin soykırım kavramı çerçevesinde tartışılmasına neden olmuş, bu sömürgecilik ve soykırım politikalarında ısrar eden Türk rejiminin içyüzünü gözler önüne sermiştir. Sömürgeci, ırkçı ve inkarcı Türkiye Cumhuriyeti rejiminin gerçek yüzü, 12 Ocak 2006’da Fransa Parlamentosu’nda Ermeni jenosidinin inkarını bir suç olarak değerlendirecek bir yasa tasarısının oylanması sonrasında inkar edilemeyecek şekilde dünyaya gösterilmiştir. Bu olayın Orhan Pamuk’un Nobel ödülü kazandığının açıklanmasıyla aynı güne rastlaması bu rejimin karakterinin daha da iyi görülmesini sağlamıştır. Türk rejiminin ve toplumunun Fransa’daki oylama karşısında aldığı tutum okullarda; toplumsal paranoya ve toplumsal şizofreni açılarından örnek olay olarak incelenmeye değer bir durumdur.

Rejimin kökleri

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar Osmanlı mirasını reddettiklerini açıklarken, Osmanlı’nın borçlarını kabul ederek ödemişlerdir. Mustafa Kemal pragmatist ve oportünist bir lider olarak Osmanlı soyundan kendi iktidarına gölge getirecek Sultan’ı ve halifeyi 1924 yılına kadar geçen sürede sürgün ederek TC sınırları içinde Osmanoğulları’ndan kimsenin kalmamasını sağlayarak, fiziki anlamda tehlikeyi bertaraf etmiştir. Devamında Mehmet Akif gibi Osmanlı yanlısı olabilecek aydın ve siyasi kadroları sürgün ve/veya elimine etmiştir. Sonra da, devrim diye adlandırdığı harf, dil, kılık kıyafet v.b. uygulamalarla toplumun geçmişle ve Osmanlı’yla bağlarını keserek TC’yi kendi çiftliği gibi düzenlemiş ve günümüz TC’sinin temellerini atmıştır.

Bu süreçte, Mustafa Kemal Jön Türklerin Ermeni jenosidiyle başlattığı etnik temizlik harekatını Rumları Anadolu’dan sürerek, Süryanileri de Kuzey Kürdistan’da katliam ve sürgünlere tabi tutarak kısmen tamamlamıştır. Yaratmak istediği Türk ulus devletinin önündeki son engel olan Kürtleri, yoğun nüfusu ve direnişleri nedeniyle elimine edememiştir. Bu dönemde, SSCB Ermenileri susturmuş ve dönemin egemen devletleri Ermeni sorununu, kurdukları ilişkilerde elde ettikleri imtiyazlardan dolayı Türkiye’nin önüne çıkarmamışlardır.

Hitler Almanya’sı mahkum edildi

2. Dünya Savaşı’nda yenilen Hitler Almanyası’nın Yahudi soykırımı nedeniyle Nürnberg’de yargılanıp mahkum edilmesinden sonra, soykırım insanlığa karşı işlenen bir suç olarak uluslararası anlamda kabul edilmiştir. Hele Hitler’in Yahudi ve Çingene soykırımları için kendisine Ermeni soykırımını ve Mustafa Kemal’i örnek olarak almış olması, üzeri örtülen bu soykırımın 1980’li yıllardan itibaren bazı devletler, BM ve AB gibi uluslararası kurumlar tarafından tanınmasıyla sonuçlanmıştır. Osmanlı’nın mirascısı olan TC, Ermeni soykırımının gündeme geldiği her ülkede ve uluslararası kurumlarda, bu soykırımın tanınmaması için ulusal seferberlik ilan ederek soykırımdan bugün de sorumlu olduğunu göstermiştir.

Fransa’nın soykırımı tanıması

Ermeni soykırımını 2001’de kabul eden Fransa, içinden geçmekte olduğu seçim havasında, Yahudi soykırımının inkar edilmesini suç kabul eden yasaya gönderme yapan Sosyalist Parti’nin yasa tasarısını 12 Ocak’ta oylayarak kabul etmiştir. Fakat bu tasarının kanunlaşması için daha birçok aşamadan geçmesi gerekmektedir. Chirac ve hükümetin karşı olması dikkate alınırsa, bu tasarının kanunlaşma şansının az olduğu görülmesine rağmen bu denli oransız tepki verilmesi ilkel milliyetçiliğin Türkiye Cumhuriyeti rejimine has bir akım olduğunu göstermiştir.

Bu olay Fransa ve Türkiye’de tarihi ele almada yapılan yanlışlıkları göstermesi bakımından da ilgi çekicidir: ‘Yahudi soykırımı yok’ demenin cezalandırılması söz konusu ise, Ermeni soykırımı yapıldığı kanunen kabul edildiğinde, bunun inkar edilmesinin de suç sayılması doğal bir durumdur. Parlamentoların insanlığa karşı işlenen suçları tanıması insani bir durum, toplumsal vicdan açısından gerekli ve doğal bir tavırdır. Zira, parlamentolar halkların vicdanını temsil ederler ve mazlum halklara yapılan soykırım, katliam vb uygulamalara tepki göstermeleri gereklidir. Fakat tarihi konuları donduran ve tartışılmasını engelleyen kanunlar da bir o kadar anlamsızdır. Buna Yahudi soykırımı da dahildir. Bu anlamda, bürokrasinin beşiği olan Fransa kanun maddesi haline getirerek bir yanlışa yol açmışsa da, AB’ye girmek isteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin AB kriterlerinden ne kadar uzakta olduğunu göstermesi açısından faydalı olmuştur. Tam da bu noktada, Türkiye bir ilkellik örneği gösterek, Fransa’ya karşı ulusal seferberlik ruhu içinde protesto ve boykot uygulaması başlatmıştır. Türk rejiminde iktidar olan ordu, bu süreçte susarak olayları görünmez bir elle organize etmiştir. Ordunun yönlendirmesi ve desteği olmadan bu düzeyde kapsamlı bir isteri durumu yaratmak mümkün değildir. Bir de buna kraldan daha kralcı işgüzarlar, birçok alanda olduğu gibi bu alanda da Fransa’yı taklit ederek, Cezayir’de soykırım üzerine ve bu soykırımın inkarını cezalandıracak bir kanun tasarısı hazırlamışlardır. Cezayir’de bile soykırım anlamında bir kanun bulunmazken, Türk Parlamentosu Cezayir’de soykırım üzerine bir yasa hazırlığı içindedir. Kaldı ki Türkiye Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında, uluslararası forum ve BM toplantılarında Cezayir’e karşı Fransa’yı desteklemiştir. Cezayir’in bağımsızlığının oylandığı 1955’te BM oturumunda Cezayir’in bağımsızlığına karşı oy kullanmıştır. 1957, 1958 ve 1961’de çekimser oy kullanarak, Cezayir halkının kendi kaderini tayin etmesine karşı çıkan Türkiye, 45 yıl sonra Cezayir’de Fransa’nın soykırım yaptığını kanunlaştırmaya girişecek kadar komik bir pozisyona girmiştir.

Türk rejimi kendi tasarrufunda olan arşivlerdeki belgeleri kendi tezlerini destekleyecek şekilde sınırlı bir kullanıma açarken, Cezayir, Filistin ve diğer mazlum halkların mücadelelerine ilişkin uluslararası toplantılardaki tavrını gözlerden saklamaya müktedir değildir. Fakat, güdümlü basın kullanılarak toplumsal hafızası sınırlı olan Türk toplumu devletin ulu çıkarları doğrultusunda yönlendirilmektedir. Bu yönlendirmede devletine bağlı sözde solcular ve İslamcılar çok önemli bir rol oynamakta olup, Kürt mücadelesine karşı da devletin neferliğini yapmaktadır.

Orhan Pamuk’un Nobeli

Eğer karşılaştırma yapmak gerekirse, Fransa’da Cezayir’de yapılan katliamlardan bahsetmek yasak değildir. Bu konuda Fransız sömürgeciliğini lanetleyen binlerce bilimsel çalışmanın yanı sıra sayılamayacak kadar film, roman, tiyatro vb sanat eseri üretilmiş ve entellektüel üretim halen sürmektedir. Cezayir savaşı sürerken, Sartre ve Camus’un da aralarında bulunduğu 121 Fransız aydını, 5 Eylül 1960’ta Cezayir halkına karşı silah kullanmanın suç olduğunu bir deklarasyonla Le Monde gazetesinde yayınlamışlardır. Bu aydınlar yargılanmamış, linç edilmemişler ve Cezayir halkıyla Fransız halkı arasında bir köprü olmuşlardır.

Türkiye’ye gelince, gerçekleri olaylar kısmen olup bittikten sonra dile getiren Orhan Pamuk, medyatik olarak linç edildikten sonra, fiziki olarak da linç edilmek istenmiştir. Elif Şafak ise bir roman yazdığı için yargılanmış ve uluslararası tepkilerden dolayı bu iki davadan geri adım atılmıştır. Yaratılan bu terör ortamında, yazarlar, bilim insanlarının çoğu objektif hareket etmemekte, devlete hizmet ederek insani vicdanlarını bir kenara bırakarak, tek tip insan üretimine katkıda bulunarak kabız bir toplumun kabız aydın ve bilim insanları olarak sistemin dışına çıkmaya cesaret eden Nobel kazanan Orhan Pamuk’u devlet ve Türk düşmanı olarak karşılarına almışlardır.

Orhan Pamuk içinden çıktığı toplumun sorunlarına yabancılaşmak yerine, bu sorunlara gerçek bir aydın sorumluluğuyla yaklaşmış ve gerektiğinde devlet ve maniple edilen kitlelerle karşı karşıya gelmekten çekinmediğinden, ona Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran romanları yazabilmiştir. Yani Orhan Pamuk’a Ermeni soykırımı ve Kürt katliamını dile getirdiği için Nobel verilmemiştir. Orhan Pamuk bu gerçekleri görüp dile getirebildiği için vicdanı ve bilinci esir olmadığından, edebiyata katkı olarak tanımlanan romanları yazabilmiş ve Nobel’i kaleminin hakkıyla kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyet’nin yasal plandaki temsilcisi olan Cumhurbaşkanı Sezer 3. sınıf sanatçıların en ufak başarılarını bile kutlamayı ihmal etmezken, Nobel ödüllü Orhan Pamuk’u görmezden gelmiştir. Buna karşın Fransa Cumhurbaşkanı Nobel ödülünün Pamuk’a verildiği gün bir açıklama yaparak Pamuk’u kutlamıştır. Bu durumda Chirac, Pamuk’a Sezer’den daha yakın olup TC ile Fransa arasındaki farkı göstermektedir..

Bu topraklarda yaşayan halkların sorunlarını dile getiren ve halklar arasında bir köprü olan Orhan Pamuk’u aldığı Nobel edebiyat ödülünden dolayı içten kutlayarak, gerçeklerde inat eden çizgisinde taviz vermeyeceğini umuyorum. Çünkü sanatçılar aynı zamanda halkların vicdanıdır, hele sözkonusu olan Nobel sahibiyse sorumlulukları daha da artar.

http://www.gundemimiz.com/haber.asp?HaberId=22228

Yorumlar kapatıldı.