İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Akıl tutulması, vicdan tutulması

Önce soykırımı tanıma, sonra barışma biçimindeki Ermeni formülünün faydası yok. Israr edenlerin ya aklından ya samimiyetinden kuşku duyulabilir

AYŞE HÜR

Geçen Mayıs’ta “oh, atlattık” dediğimiz kabusumuz geri döndü ve Fransa Parlamentosu Ermeni soykırımını inkar etmeyi cezalandırma önerisini 12 Ekim’de “kabul ederek topu hükümet, senato ve cumhurbaşkanına attı”. Bu arada, biz de boş durmadık, “nankör Frenklerin” soykırım sicilini elden geçirdik, Fransa ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin askıya alınmasından başlayıp, Türkiye’ye çalışmak için gelen gariban Ermenilerin “tehcirine” kadar uzanan tedbirleri (!) konuştuk. Kısaca herkes burnundan soluyor, soğukkanlı davranmak bile “vatan hainliği” sayılıyor.

Aslında dünya genelinde yürütülen Ermeni soykırımını tanıma kampanyaları ikili etki yapıyor. Bir taraftan konunun ister istemez Türk kamuoyunun gündemine girmesine, diğer taraftan Ermenilere ve Batılılara yönelik düşmanlık ve nefret duygularının artmasına neden oluyor. Halbuki kendimize sormamız gereken asıl soru şu: Biz bu konuyu evimizde açıkça, cesurca konuşuyoruz da yabancılar dahil olunca mı kızıyoruz, yoksa biz aslında bu konunun hiç konuşulmamasını mı istiyoruz? Dürüst olalım, bence ikincisi. Batı “akıl tutulması” yaşıyor, biz ise “vicdan tutulması”. Ermeniler ya da Batı hata yaptıkça, sanıyoruz ki biz kendiliğinden temize çıkıyoruz. Ne büyük yanılgı…

Bu konuda zihin açıcı bir olayı yakında yaşadık. Hatırlarsınız, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, arşivinde bulunan Osmanlı dönemine ait tapu kayıt belgelerini TARBİS (Tapu Arşiv Otomasyonu) adlı proje kapsamında Türkçeleştirerek, bilgisayar ortamına aktarmak ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne devretmek istedi. Bu konu ile ilgili olarak çeşitli kuruluşlara görüş sordu. Tapu Kadastro Genel Müdür Yardımcısı Nihat Şahin’in 17 Ağustos 2005 tarihli yazısına, 26 Ağustos 2005’te MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanı Tuğgeneral Tayyar Elmas imzasıyla verilen cevapta şöyle deniyordu: “Osmanlı Devleti dönemine ait söz konusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi (asılsız soykırım, Osmanlı Vakıfları mülkiyet iddiaları ve benzeri) istismara malzeme olabileceği ve ülkemizin içinde bulunduğu koşullar dikkate alındığında, kısmen ya da tamamen çoğaltılarak dağıtılmamalarının, genel arşiv çalışması yapılan merkezlere devredilmemelerinin, dolayısıyla bulundukları Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nde muhafaza edilmelerinin ve kullanılmasının ülke menfaatleri açısından sınırlı tutulmasının uygun olacağı değerlendiriliyor.”

Fransa’daki oylama hakkında “Böyle bir kanun çıkarsa tarihçiler bile arşivde buldukları bir gerçek belgeyi açıklayamayacak hale gelecek” diyerek taşı gediğine koyduğunu düşünen Abdullah Gül’ün bu konudaki fikrini duyamadık ama (tapu dairesinin bu soruyu neden MGK’nın söz konusu dairesine sorduğu, bu dairenin nasıl olup da tapunun elindeki Osmanlıca belgelerin içeriğini bildiği gibi soruları bir yana bırakırsak) öyle anlaşılıyor ki, o tapu kayıtlarında Ermeni meselesine dair resmi argümanları boşa çıkartacak bilgiler mevcut. Aslında bu hiç de sürpriz değil, hatta eskilerin deyimiyle “malumu ilam”, ama yine de ilk kez resmi ağızlardan yapıldığı için önemli. Öyle ya 1915-16 tehcirinde, evlerini, topraklarını ve maddi birikimlerini birkaç gün içinde terk etmeye zorlanmış ve çoğu yollarda ölmüş, öldürülmüş yüzbinlerin geride bıraktığı evler, tarlalar, hayvan sürüleri, depolanmış tahıllar, ticaret malları, kişisel eşyalar, değerli taşlar ve kağıtlar herhalde buhar olup uçmadı, muhtemelen birilerinin zenginliğine zenginlik kattı. Ama gariptir, bu mektup trafiği kamuoyunda hiç yankı uyandırmadı. Belki de hiç garip değil, kim ailesinin ya da ülkesinin gayrimeşru ya da helal olmayan yollardan servet sahibi olduğunu bilmek ister ki…

Ermenilerin parası

Bu servetin miktarı konusundaki tevatür değişik. 1918’de sabık Britanya Başbakanı Sir James Baldwin ve yardımcısı Herbert Asquith yeni Başbakan Ramsey McDonald’a Ermenilere niye maddi yardım yapılması gerektiğini anlatan raporlarında şöyle diyorlardı: “Toplam beş milyon Türk poundu (yaklaşık 33 ton altına eşdeğer) Türk hükümeti tarafından 1916’da Berlin’deki Reichs Bank’a yatırıldı. Bunun büyük bir miktarı Ermenilerin parasıdır”. 1925’te aynı konuyu görüşen ABD Senatosu ise miktarı 40 milyon dolar olarak tahmin etti. Ermeni araştırmacı Dikran Kuyumcuyan’ın hesaplarına göre Ermenilerin terk ettikleri servet o günün parası ile toplam 14,5 milyar franka, bugünün parasıyla 100 milyar dolara eşdeğerdi. (Kuyumcuyan hesaplamalarını kırsalda yaşayan aile başına 17 bin frank, şehirde yaşayanlar için 36 bin frank’tan yapmış.) Gerçekten de, Türkiye’deki Ermeni varlığının yaygınlığı ve derinliği konusunda, 2005 Ocak’ında Osman Köker’in düzenlediği ‘Sireli Yeğpayrıs/Sevgili Kardeşim’ adlı sergi çok öğreticiydi. Elbette öğrenmek isteyenlere…

Batum Anlaşması

Aslında, İttihatçıların işlediği suçları üstlenmek istemeyen yeni Osmanlı Hükümeti ile yeni kurulan Ermeni Cumhuriyeti arasında Mayıs 1918’de imzalanan Batum Anlaşmasına, Ermenilerin el konan mallarından doğan zararlarının tazmin edilmesi hükmü konmuştu. Ermeniler benzer talepleri Ağustos 1920 tarihli Sevr ve Aralık 1920 tarihli Gümrü anlaşmalarına da koydurdular, ancak bu anlaşmalar hiçbir zaman yürürlüğe girmedi. Mart 1921 Moskova ve Ekim 1921 tarihli Ankara anlaşmaları azınlık malları ile ilgili maddeler ihtiva etti, fakat 15 Nisan 1923’te imzalanan Lozan’ın hazırlık anlaşmalarından biri ile o sırada Türkiye’de yaşamayan Ermenilerin tüm mallarına el konulması yasallaştırılarak o maddeler boşa çıkarıldı. Zaten 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması da sadece vatandaşlığını koruyan azınlıkların mülkiyet haklarını korumayı taahhüt ediyordu. (Bu anlaşmanın ilgili maddelerinin yıllardır nasıl ihlal edildiğini gayet iyi biliyoruz.) Türkiye, Lozan’dan galip çıkmanın güveniyle Eylül 1923’de Kilikya (Adana havalisi) ve Doğu Anadolu’dan savaş sırasında göç eden Ermenilerin geri dönüşünü yasaklayan bir yasa çıkardı. Ağustos 1926’da, Lozan’ın yürürlüğe girdiği 19 Ağustos 1924’ten önce edinilmiş tüm malları müsadere etme hakkına sahip olduğunu, Mayıs 1927’de ise Temmuz 1923 ile Mayıs 1927 tarihleri arasında ülke dışında olanların Türk vatandaşlığından çıkarılacağını ilan etti. Esas hedefin Ermeniler (ve Rumlar) olduğu açıktı. Durumu Cemiyet-i Akvam’da protesto eden Ermeniler hiçbir sonuca ulaşamadılar. Bu tarihten itibaren, artık Sovyet cumhuriyetlerinden biri haline gelen Ermenistan, Sovyetlerin Türkiye ile kurduğu siyasi ilişkilerle uyumlu bir sessizlik politikası izlemeye başladı. Hem sosyokültürel açıdan hem ekonomik açıdan zayıf olan diaspora Ermenileri ise göç ettikleri yeni ülkelere uyum sağlamakla meşguldüler.

Türkiye bu ortamdan istifade ile bakiyeyi yok etmeye devam etti. Ortaçağ Ermeni Krallığının başkenti Ani’nin kalıntıları başta olmak üzere tarihi eserler yıkıldı ya da yıkılmaya terk edildi. Bazıları camiye veya başka yapılara çevrildi. 1950’lerde, ilk adımı İTF tarafından 5 Ocak 1916’da başlatılan işe devam edilerek, binlerce köy, kasaba ve yöre ismi Türkçeleştirilirken son Ermeni izleri de silindi. Son yıllara kadar Ermeni binalarının onarımı hükümet iznine bağlı idi, yeni bina yapımı ya da genişletme çalışmalarına ise izin verilmedi. (Yıllardan sonra atılan nadir olumlu adımlar, Bitlis ve Van Akdamar Adasındaki tarihi kiliselerin onarımı. Bunlardan dolayı Kültür Bakanlığı’nı yürekten kutlamak lazım.) Bu tabloya bakınca, Ermeni diasporasındaki yaygın Türk düşmanlığının sadece tarihi ele alış biçimimizden değil, aynı zamanda Ermeni kültürel varlıklarına karşı bugünkü tutumumuzdan da kaynaklandığını söyleyenlere itiraz etmek kolay olmuyor. Nitekim diasporaya göre “soykırım hâlâ devam ediyor.”

Peki bunları konuşmak bizi zayıflatır mı? Hayır, çünkü milli kimliğin ve demokratik geleneğin tarihle yüzleşmekten zarar görmediğini, aksine güçlendiğini Almanya’da, İspanya’da, Güney Afrika’da ve bir dizi ülkede gördük. Ancak “Önce soykırımı tanıma, sonra barışma” biçimindeki Ermeni formülünün fayda getirmediği de açık. Bunda ısrar edenlerin ya aklından ya samimiyetinden kuşku duymak mümkün, çünkü her şeyden önce, Türkiye’deki halk neyi tanıması gerektiğini bile bilmiyor. Bilmiyor çünkü, konunun özgürce tartışılması henüz mümkün değil. Buna karşılık tapu kayıtlarına dair MGK mektubunun gösterdiği gibi, devlet çevreleri olayın esasını gayet iyi biliyor ve konuyu istedikleri gibi yönlendiriyorlar, hele de çanak tutanlar olunca! Buradan çıkan sonuç şu: Barışma süreci hükümetler ya da parlamentolar arasında değil, Türk ve Ermeni toplumları arasında, tabandan geliştirilmesi gereken bir süreç! (Bu sözüm Ermeni tarafına.)

Gerçeği kabul etmeden, yani geçmişte yaşanmış olaylar hakkında açıkça konuşmadan, anlaşmazlıklara çözüm bulunamaz. Ancak gerçeğe merhamet ve bağışlama duygularının da eklenmesi gerekir. Karşı tarafın acılarını hissettiğimizi göstermek, öfke ve düşmanlık duygularını azaltır. Fakat, merhamet ve bağışlama eğer adaletle birleşmez ise yine yetersiz kalır. Yaraların kapanması ve zararların giderilmesi için tazminat da dahil olmak üzere adaletin çeşitli yollardan temini gerekir. Evet, bunlar yapılsa bile barışı sağlamak garanti değil, ama bu uğurda çabalamak bizim ahlaki görevimiz. Üstelik bu “barış” sadece Ermenilere değil, kendimize de daha çok saygı ve sevgi duymamızı sağlayacak, dahası, ülke güvenliğine ve dünya barışına hizmet edecekse.

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6335

Yorumlar kapatıldı.