İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Laikliğin irticaî yorumu

Etyen Mahçupyan

Sosyal bilimciler Türkiye’de laikliğin hakemlik işlevi gören bir yönetim ilkesinden ziyade iktidar alanını belirleyen bir siyasi süzgeç olduğunu yıllar önce keşfettiler.

Elitist yapı kendi meşruiyetini öyle bir laiklik tanımı üzerine oturtmaktaydı ki, sadece dindar hassasiyetleri olan vatandaşlar değil, istenmeyen sosyal ve iktisadi gruplar da neredeyse yasal yoldan yönetim kadrolarının dışına itilebilmekteydi. 80 darbesi sonrasında bu totaliter anlayış kamusal alana da taşındı. Topluma hizmet veren kurumlar bu laikliğin kıskacı altına sokuldu. Dindar oldukları varsayılanların sokakta görünmelerinin bile laiklik açısından zaaf oluşturduğu kanaati üzerinden bir devlet siyaseti yürütüldü.

Bugün bu totaliter söylemin taşıyıcılarından biri bizzat Cumhurbaşkanı’nın kendisi… Laiklik uğruna temel hak ve özgürlüklerin sınırlanabileceğini söyleyen Sezer, “dinin bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez” demekte. Yani bu laiklik anlayışına göre din toplumsal niteliği olmayan, kişisel dünyalarımızda kendi kendimize yaşayacağımız bir olgu… Temel sosyoloji bilgisinden bu denli uzak, hayali bir din algısı bize garip gelebilir. Ama Cumhurbaşkanı, söylediği sözü anlamlı kılan bir ideolojinin içinden bakmakta ve söz konusu bakış laikliğin üç ayağından sadece biri üzerinde yoğunlaşan otoriter zihniyetin uzantısı. Çünkü dinin devlet işlerine karışamaması vazgeçilmez bir unsur olsa bile; laiklik aynı anda dinsel ve felsefi inançların kamusal alanda yaşanabilir kılınması ve devletin farklı dini ve felsefi akımlar karşısında nötr kalmasını ifade eder. Ülkemizdeki kadim cemaatçi çekişme ataerkil zihniyettekilerin sadece din ve vicdan özgürlüğüne yoğunlaşmalarına neden olurken, otoriter zihniyetteki Kemalist bakış da sadece dinin kamusal alanın dışına itilmesini ‘laiklik’ saymakta.

Ne var ki laikliği tüm boyutlarıyla ve dengeli bir bütünlük olarak kavramak ve hayata geçirmek de mümkün. Ama bu ‘laikliği yeniden tanımlayalım’ demek olur ve Genelkurmay Başkanı’na kalırsa caiz değildir… Diğer bir deyişle Genelkurmay Başkanı, Türkiye’de demokrat bir laiklik anlayışının geçerli kılınması talebini ‘irtica’ olarak değerlendirirken, gerçekte kendisinin epeyce sığ bir laiklik algılamasına sıkıştığını göremiyor. Eğer herhangi bir kavramın gerçekten ‘irticai’ yorumundan söz edeceksek, bunun toplumsal değişimi hazmetmekte zorlanan bir bakış için kullanılması doğal olurdu. Oysa Türkiye’de resmi ideolojinin otoriter zihniyet içinde şekillenmiş olması, her alanda otoriter bakışı ‘ilericilik’ haline getirerek dünyaya adapte olamayan bir devlet sistematiği üretmekte. Böylece topluma her bakışında çevresinde ‘irtica’ algılayanların, her şeyden önce toplumun yaşamakta olduğu dinamikten ne denli uzak kaldığını da anlamış oluyoruz. Toplumu anlamayanların o toplumun yeni taleplerini kuşatmakta ne denli zorlanacaklarını tahmin etmek ise hiç zor değil…

Dolayısıyla bir generalin “bu mihraklar ya ülkeyi terk edecekler ya da Anadolu denizinde boğulacaklardır” demesine de pek şaşırmıyoruz. Ülkeyi terk edecek olanların sayısının ne olacağı gibi mizahi kısımları bir yana koyalım, bu cümle söz konusu otoriter zihniyetin elinde toplumsal talepleri kuşatıp yönetecek hiçbir araç olmadığının basit bir itirafı… Çünkü otoriter zihniyet toplumsal kimliği kendinden mülhem doğrular üzerinden inşa ettiği için, bu hayali kimliğe oturmayan gerçek vatandaşı da ancak ülkeden çıkartarak veya ‘bir iç denizde boğarak’ sorun çözmeye çalışmakta.

Kısacası Türkiye’nin meselesi rejimin otoriter zihniyete dayanması ve devletin bunu topluma karşı bir güç nesnesi olarak kullanmasıdır. ‘İrtica’ bu düzeni ayakta tutan elverişli hayaletlerden biri sadece…

http://www.zaman.com.tr/?hn=357294&bl=yazarlar&trh=20061009

Yorumlar kapatıldı.