İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`Karanlıkta makyaj´

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6307

YILDIRIM TÜRKER

Magazinin cazibesi. Başlığı görünce okudum: “Sevişme sahneleri sanal çekilecek”. Dansçı Tan Sağtürk ile manken Tuğba Özay ‘Karanlıkta Makyaj’ adlı bir filmde oynayacaklarmış. Filmde sevişme sahneleri de olacak lâkin oyuncular bu sahnelerde ‘karşılıklı gelmeyecekler’miş. Bu sahneler
‘tamamen dijital ortamda sanal modellerle’ çekilecek, oyuncular izledikten sonra filmde kullanılacakmış.

Elbette bir tuhaflık var. Doğal olarak insan ‘neden?’ sorusuyla kavruluyor. Filmin erken tanıtımında çekici bir unsur olacağı hesaplanmış bu teknolojik sıçramanın, çatlasak gerekliliğini kavrayamayacağız. Neden? Söz konusu ‘oyuncular’ sevişmeyi bilmiyor mu? Yoksa eski yazıtlardan Şoray kanunlarının transkripsiyonunu mu buldular?

Ya da çağın teknolojik nimetlerinden yararlanmaya ant içmiş, hazır böyle bir teknik varken hiç yorulup altın adlarını bakıra çıkarmadan sevişmiş gibi yapmayı daha pratik bulan çağ insanlarıyla karşı karşıyayız.

Ama asıl ilgimi çeken haberin son cümlesi oldu: “İkili, birbirlerine âşık iki bilimadamını canlandıracak.” Hayır, artık biliminsanı sözcüğünün kullanıldığını bilmeyen habercinin düştüğü duruma takılmadım. Her iki oyuncu da aslında oyuncu olmadıkları için aklıma ilk takılan, biliminsanı rolü için neden seçilmiş olduklarıydı. Belki yönetmen, senaryonun karşısında kara kara düşünürken, biliminsanına en yakışacak ‘imaj’ların bu iki popüler insanınki olduğu fikriyle ışıyıverdi. Tuhaf, değil mi? Bu filmin kastı yanlış gelmiyor mu insana?

Tuhaf değil işte. Yanlış da gelmesin.

Aynı gazetenin bir başka sayfasında, İstanbul Üniversitesi’nin ışıklar saçan rektörü Profesör Doktor Mesut Parlak’ın coşkulu seferberlik nutkundan alıntılar vardı. Üniversite’nin yeni öğrenim yılının açılışında, birkaç öğrencinin “Soruşturmacı Parlak, İstifa!” sloganları atarak kendilerini fakülte kapısına zincirlemesiyle ağzının tadını hiç bozmayan büyük rektör, Büyükanıt’ın gönderdiği kutlama mesajıyla avcunu ısıtarak haykırmış: “Vatanımızı bölmeye kimsenin gücü yetmez. Sadece dıştan değil, içten gelebilecek tehlikeler karşısında da en büyük güvencemiz Türk ordusu ve onun sağduyusudur, bu ulusun bağrından çıkan TSK’dır.”

Parlak’ın memleketin en köklü üniversitesinin rektörü olması size ‘Karanlıkta Makyaj’ filmini hatırlatmıyor mu? Özgür düşüncenin kalesi olması gereken bir kurumun başındaki biliminsanı bize zorla seyrettirilen bu filmi inandırıcılıktan uzaklaştırmıyor mu? Burada da bir kasting hatası görmüyor musunuz?

Bu arada Harran Üniversitesi’nin açılışında konuşan Rektör Profesör Doktor Uğur Büyükburç’u da unutmayalım. O da türban tuzaklarına dikkat çekmiş, tarikat ve cemaatlerden şikayet etmiş.

Lâkin aralarında en şanslı bilimadamı, bir deprem uzmanı. Hani o vücutçu milliyetçi kızılderili gibi olan değil; Şehir Tiyatrolarında eskiden Fransız komedilerinde profesör kisvesi olarak belirlenmiş görünümlü olanı. Papyonlu, hafif eksantrik tuşeli. Celal Şengör.

En şanslısı, çünkü bütün o üniversite rektörlerinin gözyaşları içinde tapındıkları kurumun; Harp Akademileri Komutanlığı’nın eğitim yılı açılışında konuşmuş. Konuşmasını ‘arz ederim’ diye bitirmiş. “Emrettiler, geldim” diyor. Üstelik Harran Üniversitesi’nin davetini kabul etmiş olduğu halde son anda “ekmiş”. “Çünkü Silahlı Kuvvetler ‘gel’ dedi mi o hayatımda bir numara” diyor. Sabah’ın muhabiri Sonat Bahar, sanki biraz itidalini kaybetmiş, prof adına utanmış, asabice soruyor: “Tavırlarınız abartılı değil mi? Komutan aradığında ayakta telefonla konuşuyorsunuz falan…” Şengör, “Beni arayan adam bir general” diye söze başlıyor. Sizin de tüyleriniz ürperdi mi? Aman Allahım. Profesörü bizzat bir general aramış. Ne devlet! Nitekim Şengör ekliyor: “Benim ona yapabileceğim tek şey saygı göstermek.”

Son sözlerini de aktarmadan edemeyeceğim. “Eleştirilere kulak asmıyorsunuz yani…” sorusunun cevabı: “Çünkü cehaletten kaynaklanıyor. Bizim Silahlı Kuvvetlerimiz dünyanın ordularına benzemez, bunu anlamıyorlar. Bizim Silahlı Kuvvetlerimiz halk ordusu. Türkiye’de gerçek entelektüel bir tane sınıf var, Silahlı Kuvvetler… Türkiye’de üç tane üniversite var; kara, hava, deniz harp okulu. Silahlı Kuvvetler sözde aydınların zannettiği gibi bir yer değil.”

Şengör’e göre memleketin yegâne ‘entelektüel sınıfı’, ordu. Memleketin bütün üniversiteleri de çöpe.

Şengör, bir biliminsanı. Bilimsel araştırmaları karşılığında alınabilecek en yüksek unvana sahip.

Pekiyi telefonda ayakta konuştuğu komutanları, kendini böylesine gülünç durumlara düşüren, şuncacık bilimsel itibarı var idiyse onu da postallara ezdiren aydınları amigoluğa çağıracağına biraz da sözde aydınların eleştirilerine kulak verse daha kazançlı çıkmaz mı?

…………………..

Ama kasting görevlisi seyri biraz olsun zorlaştırmaktan yana. Zamanla her şeye alışacağımızı, hiçbir şeyi yadırgamaz hale geleceğimizi iyi biliyor. Aziz vatanın bağrından çıkan, bilimsel eğitimin kapılarını tutan biliminsanları Parlak, Büyükburç, Şengör.

Bu durumda vatanın en katıksız entelektüeli de, evet, yanılmadınız, Yaşar Büyükanıt oluyor. Şu aralar en olmadık insanların ağzından düşürmediği entelektüel örneği Sartre’ımız yok diye hayıflanmaya gerek kalmadı. Bizimkinin silahı bile var.

Sosyal demokrat Baykal çadırı çoktan kışla önüne kurdu. AB’ye karşı. Fikir özgürlüğüne karşı.

Bu laik güçlerin topu bir tuhaf. Laisizmin güvencesi olarak sürekli batıya öykünmüş bir kültürün evlatları olarak, AB’ye karşı olmakla kalmayıp azınlık hakları üstüne de faşizmin düsturlarından sapmıyorlar. Gayrimüslimlerin rehine olarak tanımı da onların dağarcığından çıkıyor.

Antiemperyalizm denince akan sular duruyor, ama ordumuz zamanında darbe desteği almış olduğu ABD üstüne bir tek hırçın söz sarf etmiyor.

Dünyayı ve kendimizi içtenliğimize, dürüstlüğümüze, demokrasi ve laisizme gönül vermişliğimize bir türlü ikna edemeyip soluk almadan kendimize ve yabancılara kendi propagandamızı yapmamızın nedeni bu işte.

Görünen ile ima edilen arasında derin bir çatlak var. Kodlamalar, adlandırmalar, tanımlar bir tuhaf. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Hadler hudutlar birbirine karışmış. Karanlıkta yapılmış makyajlar sırıtıyor. Allık fazla kaçmış, rimel dağılmış.

Evren, Picasso’nun resmine bakıp, “Bu kadarını ben de yaparım” derken haklıydı. En büyük siyasetbilimciyi de saptadık. Sırasıdır. Bahriyeden de bir romancı çıksa, şu Orhan Pamuk’tan kurtulurduk.

Yorumlar kapatıldı.