Bejan Matur
Annem kaplıcada. Teyzemle birlikteler. Keyifleri o kadar yerinde ki annem, ‘Burada bir evim olsa belki birkaç yıl daha uzun yaşarım.’ diyor. Mecbur kalmadıkça annemle telefonda Türkçe konuşmam. Çünkü kendini anlatmakta zorlandığını bilirim. Ama bugün olduğu gibi mecbur kaldığımız zamanlar olur.
Bugün kaplıcanın olduğu dağ köyünde ona ulaşabileceğim tek cep telefonunun yardımsever bir Türk tanıdığına ait olmasıydı neden. Başka zaman başka nedenlerimiz olur. Mesela ben resmî bir ortamdaysam ve annem de kulakları yeterince işitemediğinden değil ama telefon teknolojisini yabancıladığı için kulağına küçük gelen telefonu duymakta güçlük çekiyorsa onunla yüksek sesle konuşmak zorunda kalırım. Eğer yüksek sesle konuşmam gerekirse bu konuşma Türkçe olmalı derim, Kürtçe değil. Çünkü Kürtçe konuşursam çevredekilerin duyduğu ses yabancı oldukları, kaba buldukları bir dağ dili olacak.
O durumlarda ben telefonun bu yanında Türkçe konuşurken, annem karşıdan Kürtçe cevap verir. Yanımda kimlerin olduğunu pek sorduğu olmaz; ama Türkçe konuşmamdan yanımda Türk arkadaşlarım olduğunu bilir ve bildiği en iyi Türkçeyle, ‘Arkadaşlarına selam söyle’ der. Annemin selamının üzerimde kaldığı çok olmuştur. Dalgınlıktan, ya da onunla konuşmamın bende yarattığı ıssız yeryüzü algısından kurtulamadığım için belki.
Benim annem…
Anne işte. Kulaklarımda yankılanan, ‘Bejan, Bejan’ sesi çocukluktan bu güne değişmedi. Hâlâ bugün çağırdığını duyarım aynı sesle. Çünkü annem, anneler nasıl çağırıyorsa öyle çağırırdı beni. Benim annem Kürt’tür; ama o kadar çok Türk dostu vardır ki… Maraş Ulu Camii esnafından annemin hatırını sormadan geçen bakırcı, sandıkçı yoktur. Baharatçılarda geçirdiği saatler, çarşının loş ışığı… Evimizde anneme yardım etmek için çalışan gündelikçiler, pamuk tarlalarında mevsimlik iş için gelenlerin kalabalığı, şoförler, tarlaları sulamakla görevli sakalar hepsi, hepsi Türk’tür ve hepsi annemin arkadaşıdır. Üstelik annem Türkçe konusunda yıllarca aynı evde birlikte yaşadığı babaanneme göre şanslı sayılır. Babaannem Türkçe cümle kuramazdı. En uzun cümlesi 3 kelimeden oluşurdu. Tıpkı Cin Ali kitaplarındaki gibi derdim çocukken. Şoförümüze seslenirken, ‘Ali su getiri’ derdi mesela. ‘Ali suyu getir’ demek isterken. Eklerle arası hiç iyi değildi babaannemin. Fiilleri kök halinde kullanırdı. Ve kısa Türkçe cümlelerini bugün dahi nedenini çözemediğim bir ‘i’ ile bitirirdi. Babaannemin Türk tanıdıklarıyla dostluğu toplam bildiği o birkaç kelimeyle kurulmuştu. Ve sanılmasın ki, o tanışıklıklarda babaannem açısından eksik kalan, yaşanmayan bir yan vardı. Namaz kılmayı bilmeyen babaannem, namaz kılacak Türk misafirine sandığındaki en güzel kumaşı seccade niyetine seçerken bildiği o birkaç kelimeyle en güzel ev sahipliğini yapardı. Büyüdüğümüz evde hiç değişmeyen bu geleneğin, bir misafiri memnun etmenin telaşı, annemle devam etti. Ve şunu çok iyi biliyor annem; o artık olmadığında da aynı gelenek devam edecek. Çünkü hepimizi o yetiştirdi.
Farklı dil diyalogları…
Annem bugün benimle kaldığı dağ köyünde tanıdığı Türk ahbabının telefonundan hiç alışık olmadığım bir biçimde Türkçe konuştu. Bir an tereddüt ettikten sonra şunu fark ettim. Annem adı bir zamanlar Zeytun olan dağ köyünde yerleşik olan Türk köylülerinin hassasiyetlerini gözeterek Türkçe konuşuyordu. Peki ben İstanbul’daki evimde, kahvemi içerken telefonun o yanında olan anneme neden Türkçe cevap veriyordum? Onunla her zamanki gibi Kürtçe konuşmamam için bir sebep yoktu. Yalnızdım. Biraz düşündükten sonra yakalar ya insan duygularını. Daha doğrusu tarifi iner duyguların. Sanırım annemin zar zor, peş peşe dizdiği kırık cümlelerine buradan destek vermek istedim. Hani olur ya benim Kürtçe konuşmam onu şaşırtır, araya Kürtçe bir kelime, bir cümle sıkıştırırsa diye.
Oysa annem hiç kendini saklayacak bir kadın değildir. Neyse odur. Kalbi gibidir. Annedir. Ama o dağ köylerinin tarihinde kayıtlı duran çatışmaların, Ermeni-Türk hikâyelerinin bıraktığı duygu demek ki kuşaktan kuşağa aktarılırken bugün dahi beni burada, İstanbul’da tüm ağırlığıyla yakalıyor, duygusuna ortak ediyor. Annem şimdi adını bilmediğim Türk ahbabıyla çay içip Türkçe sohbet ediyor. Orada olmaktan o kadar mutlu ki bir ev satın almak istediğini söylüyor. Anneme o dağ köyündeki kaplıcadan bir ev alınacak. Ve annemin kendi telefonu da olacak. Ama ona ulaşabileceğimiz yer belirleyecek konuşma dilimizi. Annem yalnızsa Kürtçe, Türk dostlarıyla beraberse Türkçe konuşacağız. Bu böyle sürüp gidecek ihtimal.
Çocukluğunun geçtiği topraklara dönen Maraşlı Türk bir şairle onun çocukluk arkadaşının konuşmasını izlemiştim televizyonda. Arkadaşı artık geride kalan eski günlerin güzelliğinden söz ederken, ‘Eskiden böyle miydi, işte şuradan şu dağın böğründen Kürt aşiretleri geçerdi, kadınlar, kızlar, çocuk cıvıltıları, atlar, öyle bir neşe yayılırdı ki ovaya yüreğimiz aydınlanırdı.’ diyordu sesi titreyerek. Maraşlı Kürt aşiretleri ve Türkler yüzyıl başından bir katliam mirası devraldılar ve üzerine bir katliam yaşadılar. Ama inşa etmediler o katliamı. Şimdi o kötülükten kalan duyguların sakındığı, öne çıkardığı hassasiyetle birbirleriyle ilişki kurarken, bazı yanlarını geride tutuyorlar. Ama kalplerde bir konuşma devam ediyor. Benim telefonunu çaldırdığım ve adını bilmediğim dağ köylüsünün annemle sohbetinde eksik olan tek yan annemin Kürtçesi. O adam Kürtçe bilseydi, annemin ne kadar güzel hikâyeler anlattığını görürdü. Annem o adamın karşısında eksik. Kibar, sevecen; ama hikâyesi olmayan bir kadın. Çünkü hikâyesi kendi dilinde annemin. Başka bir dilde istese de aynı hikâyeyi kuramaz. Benim adımı söyleyişinde bile bir Kürtlük var annemin, çocuklarını Türkçe çağıramaz. Ve eminim annem Türkçeyi daha iyi bilseydi o adamın kalbinin derinine, ışığına ulaşır o dağ köyünden ev almak için, ‘Hele bir bahar gelsin.’ demezdi.
Yorumlar kapatıldı.