İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Tarihçilik ve misyonerlik

Etyen Mahçupyan

İki hafta önce Mustafa Armağan herhalde ciddiye alınmasını beklediği bir yazı yazdı. İzmir’i yakanların Yunanlılar olmadığını, nitekim kentin ‘kurtuluştan’ tam 4 gün sonra yandığını hatırlatmam Armağan’ı rahatsız etmiş. Benim söylediklerimin İzmir’i ‘Türklerin’ yaktığını ima ettiğinden hareketle bir argüman geliştirmiş.

Armağan’a göre İzmir’i Yunanlıların yakmadığı açık; ama Türklerin yakmadığı da kanıtlanmış durumda ve bunun için dönemin itfaiye müdürünün ve Amerikan Yardım Heyeti’nden bir beyefendinin raporlarına bakmak yeterli. Bu raporlar söz konusu iddiayı “yeterince” inkâr ediyormuş. Böylece geriye bir tek Ermeniler kalmaktaymış ve benim buna değinmemem de hafiften milliyetçi davrandığımı göstermekteymiş. Bir tarihçinin gereksiz yere niçin belden aşağı vurma ihtiyacı duyduğu her zaman ilginç bir sorudur. Olayın Ermeniler tarafından yapıldığını kanıtlama durumu varsa, bu zaten bir tarihçiyi tatmin etmeliydi, ama Armağan’ı etmiyor. Çünkü kendisi bir tarihçi gibi değil, tarih malzemesi üzerinden rivayet üreten bir misyoner gibi davranmakta. Oysa tarih, samimiyet gerektirir ve işin içine misyonerliğin girdiği noktada argümanlar çiğleşip tarih, disiplinin dışına taşar…

Armağan biraz daha gayret edip örneğin, Falih Rıfkı Atay’a veya dönemin hatıratına bakabilirdi. Ya da basit mantık yürüterek şunları sorabilirdi: Rumların İzmir’den atılışı Ermenileri yerinde mi bırakmıştı acaba? Eğer yerlerinde kaldılarsa kendi evlerini niye yakmışlardı? Yok eğer Rumlarla birlikte gemilere doluşup kaçmak zorunda kaldılarsa 4 gün sonra nasıl geri dönüp de kendi mahallelerini yakmışlardı? Hadi diyelim ki olay geride kalan birkaç komitacının işiydi, bunlar Türk mahallesi dururken niçin kendi mahallelerini yaktılar? Ermeni çetelerinin kendi “cephaneliklerini patlatma” yerine o cephaneyi sivil Türklere yöneltmesi beklenmez miydi? Dahası sayın itfaiye yetkilileri niçin yangını söndürme gayreti göstermedi? Acaba Mustafa Kemal niçin, “bırakın yansın” dedi? Armağan’ın bir sonraki yazısında 1924’te Londra’daki bir davanın, yangının failine ilişkin kararsız kalmasını belirtmesi de ilginç doğrusu. Ermeni çetelerinin ne yaptığını 1922’de biliyor değil miydik? Ama Armağan bu soruları sormuyor…

İkinci nokta, sadece Rum ve Ermeni mahallelerinin yanması üzerine. Belki de Armağan rüzgâr değişikliğine bağladığı bu durumu adaletin tecellisi olarak algılıyordur; ama herhalde ‘tarih’ nosyonuna uygun olacağını sanarak daha ilginç bir argüman öne sürüyor: “Zaferinden elde edeceği nimetleri kendi elleriyle yakan muzaffer bir ordu hangi mantığa oturuyor, ben çözemedim. Yakmaktansa yağmalamak daha fazla işine gelmez miydi Türklerin?” Gerçekten de öyle. Ama insanların evlerini terk edişinden sonraki dört gün yağmalama için yeterliydi. Üstelik evlerin yakılmasının mantığı tamamen farklıdır ve bunu bilmeyen birinin tarihçi olarak ortaya çıkması gariptir. Örneğin, acaba Ankara’daki Ermeni mahallesi, Ermenilerin gidişinden aylar sonra niçin yakıldı? Çünkü Ermenilerin geri dönüp o evleri yeniden sahiplenmeleri ve yağmalanmış oldukları için hak talep etmeleri istenmedi. Ayrıca evlerin arsaya dönüşmesi vicdan azabı duymayan yeni sahipler üretmek için çok uygundu.

‘Tarihi çarpıtmanın, kendi elimizle burnumuza halka takmaya benzediği’ konusuna gelince… Armağan, bu halkaların “bilimsel değil, siyasi, yani güçle ilgili bir mesele” olduğunu söylüyor. Yani güçlü olursak bilimsel alanda da istediğimiz gibi çarpıtmalara gidebileceğimiz mi ima ediliyor? Bu bir tarihçi tavrı mı, yoksa misyoner siyasetinin doğal refleksi mi?

Tarihçilik kendine mesafe alma ve gördüğünü söyleme cesareti gerektirir. Muhtemel yanıtlardan rahatsız olduğu için soru sormayan bir ‘tarihçilik’ epeyce sıkıntılı bir zanaat olmalı…

Yorumlar kapatıldı.