İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

301 tartışması ve beyaz Türkler

Nuray Mert

301.madde ve düşünce özgürlüğü tartışmasında taraf olmak kolay gibi gözüküyor. Bir kere, bu maddenin dili sorunlu, en başta ‘Türklüğü’ aşağılamak gibi son derece muğlak ve suiistimale açık, biraz zorlasanız ırkçı çağrışımları olan bir kavramla başlıyor. Peki, tek sorun bu dil veya belli kavramlar mı? Bunlar değişse sorun çözülecek mi? Pek öyle gözükmüyor. Zira, konu geliyor, daha genel çerçevede, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması ilkesine dayanıyor. Bu durumda da, aklı başında, eğitimli insanlar düşünce özgürlüğünden yana olacağına göre tartışılacak bir şey yok gibi gözüküyor. Bu nedenle de, zaten ortada tartışmadan ziyade, bir çatışma, gerilim var. Birileri düşünce özgürlüğünden yana, diğerleri değil.

Peki kim bu birileri ve diğerleri? Daha doğrusu kim, düşünce özgürlüğünden rahatsız olup, düşünen, yazan, çizen insanları parmağına doluyor, mahkemelere sürüklüyor? Bu marazi durum her toplumda rastlanacak türden çok dar bir çevreyle sınırlı ise ciddi bir sorun söz konusu olmazdı. Oysa durum bu değil, Türkiye’de, giderek artan kuşkucu, alıngan ve bir noktadan sonra saldırgan bir tepki söylemi yükseliyor. Bugün şu roman, dün bu yazı, evvelki gün o konuşma, bugün şu konu, dün bu konu, hep yükselen bir gerilimin ve hoyratlığın konusu haline geliyor. Bu, son derece rahatsız edici, onun ötesinde ürkütücü bir durum. Tam da bu nedenle, bu durum üzerinde (hatta ‘düşünce özgürlüğü’ tartışmasının da ötesinde) derinlemesine düşünmek zorundayız. Düşünce özgürlüğünden yana tavır takınmak, okuryazar insan için son derece anlaşılır, ama hijnenik bir tavır.

Kim, bu bizim doğal bulduğumuz özgürlüklerden rahatsız olanlar? Neden rahatsız olurlar, dertleri ne? Annelerinden ‘faşist’ mizaçlı doğdukları veya daha açık söyleyelim, ‘maganda’ oldukları için mi, ülkenin entelijensiyasının başına ‘bela’ olmuşlardır? Öyleyse bile, nasıl ikna edeceğiz onları? Tüm bunları da düşünmemiz gereken bir noktaya gelmedik mi? Yok, alınganlık/saldırganlık sarmalından dışa vuran tepkilere mazeret bulmak için değil, neden bu noktaya gelindi onu anlamak için. Başka türlü bu sarmalı tersine çevirmenin mümkün olmadığını, tersine, zaman zaman üstelik entelektüel düşmanlığına savrulduğunu gördük. Hijyenik tavırda ısrar ettiğimiz, düşünce özgürlüğünden yanayız deyip, nokta koyduğumuz sürece, olay bir toplumsal tartışma değil didişme olarak kalacak.

Bence, bu türden tepkilerin gerisindeki en önemli itici güçlerden biri, bu toplumda yaygın bir şekilde yaşanan küçük düşürülme/aşağılanma/varlığını tehdit altında görme hissi, hatta kompleksi, bu hissin sıklıkla, milli kimliğe sarılma/savunma/toz kondurmama şeklinde karşı uca savrulması. Evet, iki uç arasındaki salınım artık iyice marazi bir hal almış vaziyette. Peki, nereden mi çıktı bu küçük düşürülme/aşağılanma/tehdit duygusu? Bu uzun bir hikâye, ama artık okumaya başlasak fena olmayacak. Bakın, burası bir imparatorluğun çözülüşünden türemiş bir ülke, hafızasında hâlâ bu travmanın izleri mevcut. Dahası, kendine güven kaybı, varlığını tehdit altında görme, Batı karşısında eziklik, çöküşün çok öncesinde bir çözülüş sürecinden başlayarak zihinlerde, hayatlarda, hafızalarda yer etmiş. Arada olan biteni bir yana bırakalım, gelinen noktada, bu travmanın tamiri yönünde fazla bir gelişme yaşanmamış. Bununla yüzleşmediğimiz sürece de, yaşanmayacak.

Diğer taraftan, bakın, bir magazin dergisinde manken kızcağızlardan biri, röportaj yaptığı Batılı bir müzisyen kendisine ‘Hiç Türk’e benzemiyorsunuz’ dediğinde, ‘Teşekkür ederim’ diye cevap vermişti. Burada ve belki de çoğu zaman, ‘Türk’ aynı zamanda (tabii ki küçümsenen) bir sınıfsal duruma da işaret ediyor. İşin bu yanı da var. İçine düştüğümüz bu tartışmayı samimiyetle sürdüreceksek tüm bunların işin içine girdiği bir uzun durum değerlendirmesi yapmak zorundayız. Aksi halde, biz, ‘özgürlüklerden yana beyaz Türkler’, aklı özgürlüklere basmayan kalabalıkları ve ister istemez üst perdeden bir üslupla birbirimize şikâyet edip duracağız.

Yorumlar kapatıldı.