İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yalancının mumu sönmüyor

Yıldırım Türker

Geçen gün bir televizyon programına hayretle bakarken bir kez daha düşünme fırsatım oldu. Yalanın müstehcen loşluğunu ciddiye almayan, haydi yine tekrar edelim, tekamül etmemiş bir toplumsal kültürün bendeleriyiz.

Yalana tahammülümüz sonsuz. Yalanla yaşıyoruz.

Her şeyin ötesinde, başkalarının yalanlarının da bekçisi ve kefiliyiz. Dolayısıyla yalnız kendi yalanlarımızın değil, başkalarının yalanlarının da güvencesiyiz. En kolay affedebildiğimiz kusur yalan, çünkü en doğal kabul ettiğimiz iletişim biçimi o.

Söz konusu programda memleketin tanınmış kimi simaları, şimdi moda olan bir formatta bir masanın etrafında toplanmış, ‘gündem’ tartışıyordu. Gündem maddelerinin başında gelen, bekâret raporunu dünyaya sunarak âlemin soytarısı olmuş bir manken kızın son ifşaatıydı. Eski sevgililerinden ikisinin ‘biseksüel’ olduğunu açıklıyor, müthiş bir rahatlıkla hırpalanmasının intikamını alıyordu. Masa başı ünlüleri sıra kendilerine geldikçe âdet ananelerden dem vuruyor, bunun bir erkeğe çalınacak en yağlı kara olduğunu haykırıyor, ahlâka, şerefe ve benzerlerine göndermede bulunuyordu. Biseksüellik denen şeyin basınımızda ‘bir biseksüelliğimiz eksikti’ serzenişiyle iştah körükleyerek sunulmuşluğunun üstüne.

Basın, kurduğu dil itibarıyla ‘halk’ diye bellemiş olduğu duyarlığın zaaflarından yararlanarak onu küçük gören bir imlâyı çoğaltır. Biseksüelliğin ne demek olduğunu gayet iyi bilen basın çalışanları önlerine böyle bir gündem geldiğinde analarının çoktan ikna olunmuş masumiyetine sığınarak, bu konunun ilham ettiği ‘sinizm’i paylaşır, aboneleriyle. Numara yaparlar. Kendileri değilse çevrelerinde mutlaka böylesi bir pratik içinde çok insan tanımış olmalarına karşın, halklarıyla birlikte ağızları bir karış açık kalıvermiş gibi manşet atarlar. Nasılsa tavır çoktan belirlenmiştir. Çoğunluğun suyuna akmayan her yönelim aşağılanası, yok sayılası, üstünde tepinilesidir. Biseksüellik gibi.

Sohbetin gülleri de iç çekerek, kaş çatarak, ‘müfteri’ kızı bir güzel paylıyor. Böyle ağır bir hakaret işitmemiş, böyle bir ‘ahlâksızlığa’ tenezzül eden kimse tanımamış gibi. Biri, arada ailenin yüceliğinden dem vurup gözlerini ufka dikiyor. Tesadüf bu ya, aralarından birini dudak uçuklatan geçmiş hayatında tanımışlığım var. Ama olsun. Zeki Müren’e inanmış olan halkım bunlara haydi haydi inanır.

Yalanın bir üslup bir usturupla söylenmesi gereken, derin bir entrikanın kolaylıkla aksi ispatlanamayacak unsuru olarak gündeme gelmesi çok zor toplumumuzda. En derin karanlık örgütlenmesinde bile Mehmet Ağar, Susurluk’un ünlü kayıp silahları için “Çıkmamıştır nakliyede” demiyor muydu? Bir bildiği vardı elbet. Halkının başına da gelir böyle şeyler. Manav eksik tartar. Markette sardırırsın, eve gelirsin, torbadan çıkmaz. Ağar, gözümüzün içine baka bak, “Siz anlamazsınız” diyor ve çocuklarını kandıran bir baba gibi, gücüne güvendiği için hayli özensiz davranıyordu. Zaten Susurluk kazasından sonra yaptığı açıklamalarda da Kocadağ ve Bucak’ın Çatlı’yı yakalamış, teslim etmeye İstanbul’a götürürken kaza geçirdiklerini ilan etmişti. Doğru söylemediği ortaya çıktı. Gerisi geldi mi?

Birkaç yıl önce herkesi televizyonuna kilitlemiş olan BBG evi, Kaynana Yuvası ve benzeri programlarda yalanla ilişkimizin en kaba halini izlemiştik.

O cehennem maketi evlerde en utanç verici biçimde, yani kameralara yakalanmamak için aralarında fısır fısır konuşurken kameralara yakalanıp, ‘Ben asla öyle bir şey söylemedim’ diye gözlerinde yaşlarla mağdur pozuna bürünenleri hatırlamaz mısınız?

Aile dostunu dereden geçirdiğini iddia eden adama gülerken kim aynaya bakıyor?

Tarih yazdık kardeşim

Dün Sabah gazetesine manşet olmuştu. Çandarlı’nın AK Partili Belediye Başkanı Hasan Aksoy, ‘Kasabanın kurtuluşunda düşmana ilk kurşunu sıkan şehitlerin’ anısına yaptırdığı ve Atatürk anıtının yanına koydurduğu panonun açılışını yapmış. Panoda çoğu 60’lı yıllarda yaşamını yitiren 16 kişinin adı varmış. Gelin görün ki adı ilk sırada, çete reisi olarak yazılan Sami Hoca, Başkan’ın ana tarafından, 9. sırada yazılan Hafız Ahmet de baba tarafından dedesiymiş. CHP belde başkanı da beldenin eski belediye başkanı da böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, İzmir’i tek kurşun atmadan terk eden Yunanlıların Çandarlı’dan aynı şekilde çekildiğini, çevrede Yunanlı askerle bir çatışma yaşandığına dair hiçbir belge bulunmadığını belirtmiş. Dolayısıyla kimsenin şehit olduğu da işitilmemiş. Konu İstanbul’un fethi olmadığı, üstünden 100 yıl bile geçmemiş olduğu için bu konuda tartışılacak bir şey yok. Ne gam. Yalnız Başkan, beldesinin şanlı bir direnişle Yunan’ı püskürttüğüne, dedelerinin de direnişte şehit düştüğüne inanıyor. İnanalım istiyor. Tarih öyle kaydetsin istiyor. Başkan Aksoy’a, dağıtılan madalyaların arkasına neden kendi adını yazdığı sorulduğunda, “Olacak o kadar” demiş.

Kendine daha çok yakıştırdığı bir tarih yazma konusunda resmi devlet organları üstüne yoktur.

Yakın zamana kadar Kürtlerin varlığını dile getirmek bile suç değil miydi? ‘Kürt yoktur, dağ Türkleri vardır’ yalanına bu dünyada tek inanan, inanmamız için dayatan Türkiye Cumhuriyeti Devleti değil miydi?

İlk ve ortaöğretim kurumlarında çocuklarımıza hâlâ okutulan kitaplar birer yalan manzumesi değil mi?

Şanlı tarihimizin, bütün ulusların tarihleri gibi kir pasla dolu olduğunu, ama özendiğimiz Batı dünyasından farklı olarak bu kara noktaları dile getirmenin insanı zulmün menziline oturtabileceğini bilmiyor muyuz?

6-7 Eylül olayları bir yalan yüzünden patlak vermemiş miydi? Atatürk’ün Selanik’deki evinin bombalanma hikâyesini patlatan gazeteci artık dünya çapında bir milli gurur abidemiz değil mi? Bu yalanın Demokrat partinin bir komplosu olduğu ortaya çıkmadı mı? Daha geçen yıl 6-7 Eylül fotograf sergisinin inkârcılar tarafından basılarak aynı dedelerinin göstermiş olduğu performans ile darmadağın edilip yağmalandığını da hatırlayalım.

26 Ekim 1994’te Başbakan Çiller’in makamında yaşanan da unutulası değildir. Ovacık ilçesinden kendisini ziyarete gelen 10 köyün muhtarı, köylerinin askerler tarafından yakıldığını, helikopterlerle bombalandığını söylediğinde verdiği cevap da Türk usulü yalana güzel bir örnekti. “Devletin köy yaktığına gözümle görsem bile inanmam. Her gördüğünüz helikopteri bizim sanmayın. PKK helikopteri olabilir. Hatta Rus, Afgan veya Ermeni helikopteri de olabilir.” Basının bir kanadı PKK’nın helikopterleri olduğuna basbayağı ikna olmuştu. Çiller, dersini hiç çalışmayan bir yalancıydı ama basın Ülkü Tamer’in dizeleriyle ‘hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten’ idi.

Sıra basınımızın dikkatine gelmişken Andıç olayını bir kez daha hatırlayıp geçiverelim. Oktay Ekşi daha geçenlerde kendisinin ‘hain’ ilan etmekte pek aceleci davranmış olduğu ve TİT tarafından ‘cezası verilen’ Akın Birdal’ın ayağına kapanıp nedamet getireceğine hesap soruyordu.

“sen de özeleştirini yaptın mı?” diye.

Gözaltında kayıp edilenler, gözaltında ölenler, işkence gibi konularda Emniyet teşkilatımız ve korudukları durmadan yalan üretmişlerdir. Sandalyeden düşerek, kafasını duvara vurarak, kendisini iki karış yerde asarak hayatını kaybedenlerle doludur kayıtlar. Sıkıştıkça, sıkıştırıldıkça yalanlar arsız bir havailik edinir. Düşman belletildiğinin canını yakma, kin kusma, nefret boşaltma konuları dışında çalıştırmadıkları hayal güçlerini devreye soktuklarında.

Köylerin devlet tarafından boşaltıldığı hep inkâr edilir, suç PKK’nın üzerine atılırken Türkiye Cumhuriyeti, AİHM’ye yapılmış 12 bin başvurunun neredeyse hepsine tazminat ödemek zorunda bırakıldı. Yakın zamanda bir katliamın ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ adı altında tescil edilmişliğini de unutmamalı.

Ama TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun demiş olduğu gibi, “Önemli olan sonuç.”

Formula 1’deki kurnazlık gösterisiyle son anda ödülleri Talat’a verdirmesinden doğan rezaletin etik tartışması beyefendiyi hiç ilgilendirmiyordu. Eleştirenleri yeterince Türk olmamakla suçluyor, sonuca bakın diyordu. Gösterdiği örnek muhteşemdi: “FB de ofsayt golle Sakarya’ya yenildi. Ama üç puan Sakarya’ya yazıldı.” Yani ofsayt da olsa gol atın, attığınız golün meşruluğuna inanın, inandırmaya çalışın. Aksi takdirde Türklük dünyasını rencide edersiniz.

Ezcümle, hiçbir yalanın hesabı sorulmadığı gibi, muktedirler kimi yalanlarının elzem olduğunda hemfikir.

Bu vatan, yalnız şehit kanıyla sulanmıyor. Yalanlarla da gübreleniyor.

Yorumlar kapatıldı.