İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Osmanlı usulü `çaydan geçiş´

İmparatorluk döneminde halk cemaat temelinde değerlendirildiğinden İslam dini başta olmak üzere bütün dinlere hakaret suçtu. Etnik kimliğe hakaret diye bir fiil olmadığı gibi suç da yoktu

AVNİ ÖZGÜREL

Elif Şafak’ın davası dolayısıyla ‘Türklüğe hakaret’ meselesi gündeme geldi. Allah’tan ‘beraat’ vaki oldu da mesele fazla uzamadı… Eskiden yazar takımı korkardı devletten, şimdi devran döndü. Ve belli oldu ki ‘yazar’a dava açmak, yazdığını sorgulamak devlet açısından netameli iş!

Yurtdışında Türklüğe hakareti kanıksadık sayılır. Örneğin bizde de pek çok hayranı olan ‘System of a Down’ adlı müzik grubu bir konser biletine, “Türkler ve köpekler giremez” diye yazdırdıydı, Ermeni asıllı gençlerden oluşan topluluğun bu tavrı haber dahi olmadı Türkiye’de… Orhan Pamuk’un demeçleri, Elif Şafak’ın romanı falan derken besbelli içeride de alışılıyor buna…

‘Türk’ ve ‘Türklük’

Davalar gerek Anayasa, gerekse Ceza Kanunu’nun 301. maddesindeki ifadesiyle ‘Türklüğe hakaret’ suçlamasıyla açıldığı için kavram problemi var elbette. “Türk’ü anladık da Türklük ne” diyen pek çok değerlendirme okudum ben. Bunların çoğu kavram bilinmediğinden ya da neyin kastedildiği anlaşılmadığından değil elbette. Türklük derken murat edilenin, etnik kimlik tanımlaması yani sıfattan ibaret Türk kelimesine yüklenen maddi ve manevi değerlerin bütünü olduğu bilinmiyor falan değil. Yaygın bir kanı Selçuklu ve Osmanlı asırlarında Türklüğün ‘muteber’ olmadığı, özellikle Osmanlı’da ‘Türk’ tanımının ‘köylü, kaba’ manasında kullanıldığıdır. Kısmen haklı, kısmen haksız bu yargı.

Ulus-devlet penceresinden bakarak, imparatorluğu, imparatorluğun zihniyet yapısını kavramak kolay değil elbette. Osmanlı şüphesiz hem Türk hem de Müslüman bir devletti. Ne Araplara ‘kavmi necip’ denilmesi Arapların Türklerden üstün kabul edildiği manasına gelir, ne de edebi Farsçanın hâkimiyeti İran’ın itibarı sayılır. Öyle olsa, yani Araplar gerçekten ‘seçilmiş kavim’, Farslar bilge sayılmış olsa, altı asırda devleti yönetme mevkiine Arap veya Fars asıllı biri gelirdi… Gelmemiş olmasına sadece tesadüf diyebilir misiniz? Ama bunu söylerken “Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkler el üstünde tutulurdu” falan demek istemiyorum. Osmanlının Türklük duyarlılığı ayrı, Türk’e itibarı ayrıdır. Nitekim onca asırda sadaret makamına gelen Türklerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Fuzuli: “Gökten insen sana yer yok/ Yürü var gel, ya Arap’tan ya Acem’den..” diye boşuna yakınmıyor. Ahmet Vefik Paşa Bursa valiliği sırasında esnafı geziyormuş. Bursa malum, fazlasıyla göç alan bir kent. Kime sorduysa Rum, Ermeni, Arap, Arnavut, Çerkes, Gürcü çıkıyor. İlerde süklüm püklüm duran birine yaklaşıp: “Sen?” diye sormuş paşa… Adam utana sıkıla “Ben Türk’üm” deyince sevinmiş, “Öyle mi bak ben de Türküm” demiş.. Muhatabının eğilip bükülmesinin devam ettiğini görünce cesaretlendirmek için, “Yahu ne var bunda utanacak, padişah da Türk” deyince dayanamamış adam: “Estağfurullah Paşam.”

Nüfus çoğunluğu

Osmanlı, Türk olmakla birlikte nüfus yapısı bakımından gayri Türk unsurların çoğunlukta olduğu bir devletti. Altı asır boyunca da siyasi örgütlenmede Türklüğe açıktan yapılacak her vurgunun imparatorluğu çözeceği fikriyle hareket edildiği açıktır. Sadece son yarım asırda saray çevresinde Türklük, Türkçecilik yüksek sesle ifade edilir olmuştur. İmparatorluk ilk yıllarında beylikler döneminin sancısını yaşadığı için saraya soylu Türk ailelerinden kız almamak prensibi benimsenmiştir. Keza aynı sebepten Türk boylarından gençler yetiştirip devleti onlar eliyle yönetmek yerine ‘devşirme’ usulünü benimsemiştir. Kabile, boy duyarlılığı baskın gelen Türk unsurların Osmanoğullarına üstünlük ve iktidar talebi gözardı edilemez. Oysa gerek harem, gerekse devşirme kadroların Osmanlı dışında hiçbir mensubiyet duygusu yoktur. Dolayısıyla pek az istisna dışında rekabet sadece ‘kişisel hırs ve ihtiraslar’ temelindedir.

İmparatorluğun son yarım asrında ortaya çıktı Türklük meselesi. Ama Ermenilik, Helenlik, Romenlik, Bulgarlık, Arnavutluk, Araplık iddiası ortaya konulduktan, Osmanlı’nın karşısına ‘istiklal’ talepleri gelmeye başladıktan sonra…

Son 25 yıl

Osmanlı tarihinin son 25 yılı fikir tartışmaları açısından bakıldığında kelimenin tam anlamıyla curcunadır. Abdullah Cevdet’in topluca İslam’ı terk edip Bahai dinine girmeyi, bunu biyolojik materyalizme geçişin ara basamağı saydığı değerlendirmelerini bugün onun ayarında bir köşe yazarı kaleme alsa başına neler gelir düşünmek dahi istemiyorum. Buna varana kadar her şeyin dışa vurulduğu dönemdir sözünü ettiğim.

Evveli de var tabii… Hem de şimdiki gibi Türklüğü aşağılamak falan ne kelime, hem tek siyasi otorite hem halife olan 4. Murad’ın saltanat yıllarında yaşamış olan şair Nef’i’nin Siham-ı Kaza’ adıyla çıkardığı hiciv mecmuasında (bunun elle çoğaltıldığını söylememe gerek yok sanırım) dillendirdiği eleştirilerin ve kullandığı üslubun değil aynısının zerresinin dahi bugünün şair ve yazarlarınca kaleme alınabileceğini sanmam.

Katline sebep olan 4. Murad’ı doğrudan hedef alan son şiiri şudur: “Sahibi hilafet/Oldu dev afet/Kuzgun kıyafet/Anlar da bunda/Nef’i vefadır/ Şi’riyle nadir/Ol puşt-ı kâfir/Onlar da bunda…”

Çerçeve

Eski usul çaydan geçirme: Adile Sultan ve Mehmet Ali Paşa

Sultan Mahmud’un 1826 Mayıs’ında doğan kızı Adile, Osmanlı Sarayı’nın gözdesiydi denilse yeridir. Onun minicik boynuna babasının taktığı pırlanta maşallah bir şey değil, doğumu devlet katında kutlama, tebrikleşmeye vesile oldu.

Topkapı arşivinde onun doğumu sırasındaki tedarik ayrıntısıyla kayıtlı. Yattığı odaya asılacak pırlantalarla süslü, biri yakut diğeri firuzeyle bezeli iki avizeden tutun, gezi çamaşırlarına, ara bezi olarak kullanılacak fitilli tülbetlere kadar.

Babası vefat ettiğinde 13 yaşındaydı Adile Sultan. Gerek ağabeyi Sultan Abdülmecid, gerekse Sultan Abdülaziz ona kimseleri layık görmez, kılına zarar gelmesini istemezlerdi. Öyle ki Nakşibendi tarikatına bağlı olan kardeşlerinin dergâha gidip gelmesi dedikoduya yol açtığı halde kalbi kırılır diye peş peşe tahta çıkan iki padişah ona bir tarizde bulunmadı. Nitekim 20 yaş gibi o dönem düşünüldüğünde geç sayılabilecek yaşına kadar çıkan taliplerinin hepsi saray tarafından reddedildi.

Muradına erdi ama…

Sonunda muradına erdi Adile Sultan ve saray görevlilerinden Mehmet Ali Paşa’ya gönlünü kaptırınca isteği geri çevrilmedi. Nikâhları Hırka-i Saadet Dairesi’nde yapıldı. Şeyhülislam dokunaklı bir nutuk irad etti, sonra Ayasofya ve Sultanahmed camilerinin vaizleri dua okudular, ardından düğün başladı… İlk dört gün devlet erkânının tebriki, ziyafetler ve eğlenceyle geçti. Beşinci gün rahipler, patrik ve hahambaşının tebrikine ayrılmıştı. Altıncı gün İstanbul’daki kordiplomatiğe… Yedinci ve son gün Adile Sultan, Beylerbeyi Sarayı’ndan Valide Sultan’ın saltanat kayığıyla kendisine tahsis edilen ve bugün yerinde Mimar Sinan Üniversitesi olan Neşadabad Sarayı’na uğurlandı… Kendisine çeyiz olarak verilen Topkapı arşivinde kayıtlı mücevherler dahi sayfalar doldurur.

Mehmet Ali Paşa’nın, bir anda ulaştığı servet ve şaşaadan başının döndüğünü söylemeye lüzum yok. Yaptığı harcamaların ulaştığı boyut o denliydi ki, Sultan Mecid dayanamayıp bir gün ansızın Neşadabad’a çıkageldi ve ‘Hain herif’ diye eniştesini azarlamak zorunda kaldı. Bu azarın paşayı yola getirdiğini sanmak hayal… Sadece pek sevdiği Kağıthane âlemlerine kısa bir ara verdi o kadar… Sonra yine sandal safasına başladığı, hoşuna giden kadınlara laf attığı, kimini sandala aldığı Adile Sultan’ın kulağına geliyordu. Bunlardan biri tanıkları tarafından doğruca padişaha anlatıldı.

‘Yakın arkadaşıymış…’

Mehmet Ali Paşa kadını kayığa almış, kıyıdan uzaklaşmış ve onunla hayli yakın olmuştu. Sultan Aziz işittiklerini ertesi gün kardeşine açıp dilerse hemen boşanmasını sağlayabileceğini söylediğinde, ondan, “Yakın arkadaşı olan bir tüccarın eşiymiş sandala aldığı… Karşı kıyıya geçmesine yardım için almış yanına. Maksadı yanlış anlaşılmasın diye de samimiyetini göstermek istemiş etrafa. Bana anlattı. Kötü bir niyetim yok, kardeşim yerinde evli barklı namuslu bir hanım dedi” cevabını aldı… Padişah daha fazla üstelemedi ablasını… Sadece yaverlerine, “Kırın ayağını şu itin” demekle yetindi. Sarayın adamları ikiletmedi bu lafı, bir eğlence gecesi çıkışında kıstırdılar Mehmet Ali Paşa’yı… Ardından görevlerinden azledildi.

Abdülaziz’in öldürülmesinden sonra tahta çıkan 2. Abdülhamid de çok düşkündü Adile Sultan’a. Ama o rica edip, “Evde bunalıyor, bir görev verin” dediği halde “Madem sen boşamıyorsun bunu nimet bilip şükretsin, dinlensin, fena mı” diyerek reddetti…

Yorumlar kapatıldı.