İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kırk katır mı, kırk satır mı?

Hayal edilmiş bir topluluk olarak ulus, esas olarak yaratılış miti, seçici biçimde anımsanan ya da unutulan olaylar, kahramanlık öyküleri ve varolduğu iddia edilen değer yargılarından oluşur. Bunlar sayesinde her ulusal topluluk kendini diğerlerinden ayırmayı başarır

AYŞE HÜR

Küreselleşme çağında milliyetçilikten söz etmek insana ilk bakışta çok garip geliyor. Halbuki öyle değil, aksine gayet anlaşılır temelleri var. Küreselleşme, insanları hem coğrafi hem de sosyokültürel anlamda köksüzleştirirken, onları yeni karşıtlıkların içine soktu, dolayısıyla, bu yeni zorlukları aşmak için yeni dayanışma biçimleri aranması gerekti. Bu arayışlar, bazı hallerde sevindirici biçimde ulus-devlet aidiyetini aşan, evrensellik ya da en azından bölgesellik iddiası taşıyan Avrupa Birliği gibi oluşumları güçlendirirken, maalesef çoğu durumda yerellikten öteye geçemeyen ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesine yol açtı. Nitekim bugün 192’si Birleşmiş Milletler’e üye, toplam 194 ulus-devlete karşılık 5,000’den fazla dilsel, etnik veya ulusal grubun yaşadığı dünyamızda, kendi ulus-devletini kurmaya çalışan, konfederasyon, federasyon ya da özerklik peşinde koşan yüzlerce grup var, onlarca ülkede başkaldırılar ve iç savaşlar sürüyor.

Öte yandan, bu grupları ele alırken kullanılan millet (ulus), milli (ulusal) azınlık, halk, etnik grup, etnik çekirdek, kendi kaderini tayin etme hakkı gibi terimlerin tam olarak neyi anlattığını da henüz bilmiyoruz. Örneğin milletle halkı farklı kılan özellikler nedir? Hangi etnik gruplar halk ya da millet olarak tanınma hakkına sahiptir? Bir ulusun üyesi olduğunu iddia eden grubun sadece kendini bu şekilde tanımlaması yeterli midir? Yoksa “başkası” tarafından da mı tanınması gerekir? Peki bu “başkası” kimdir? Bu tanımalar gerçekleştikten sonra yeni bir ulus-devletin oluşması mümkün müdür? Kendi kaderini tayin hakkı sadece bir kez mi kullanılabilir? Ulusal sorunun çözümü nihai olarak sınıf meselesinin çözümüne mi bağlıdır? AB tipi uluslar üstü/ötesi oluşumlar ulusal sorunlara çözüm getirebilir mi? Bu soruların her birine cevap vermek için sayfalar dolusu yazmak gerekir.

Bunlardan en basiti ile başlayalım. Günümüzde bir devlet, üzerinde bir ulusun veya birden fazla etnik grubun yaşadığı, sınırları iyi tanımlanmış bir toprak parçasından ibaret gibi görünüyor ama ‘Imagined Community/Hayali Cemaat’ler’ kitabıyla tanıdığımız Benedict Anderson’un dediği gibi bir ulus, kapladığı topraktan, bu topraklarda yaşayan insanların sayısından ya da ürettiği ekonomik zenginlikten çok daha fazla bir şey. Anderson’un sözleriyle “hayal edilmiş bir topluluk olarak ulus” esas olarak yaratılış miti, seçici biçimde anımsanan ya da unutulan olaylar, kahramanlık öyküleri ve varolduğu iddia edilen değer yargılarından oluşur. Bunlar sayesinde her ulusal topluluk kendini diğerlerinden ayırmayı başarır ve böylece devletinin meşruiyetini garanti altına alır. Örneğin bir Amerikalı için bu taşıyıcı semboller, başkan Washington’un doğumgününden başlar Şürkan Günü’ne, Bağımsızlık Bildirgesi’nden Gettysburg Konuşması’na, Özgürlük Heykeli’nden Rushmore Dağı Anıtları’na uzanır. Almanlar için Niebelungen destanı kadar heyecanlandırıcı şey azdır. Şanlı Bismark dönemi kadar l. Dünya Savaşı sonunda imzalanan Versailles Andlaşmasının trajik hatırası da Alman ulusal mitosunun parçasıdır. Elbette Holocaust’u hatırlamak bile istemezler. Fransızlar 1789 İhtilaline olduğu kadar Fransız diline ya da mutfağına da vurgu yaparlar. Sömürgecilik dönemini “insanlığa katkı” olarak niteleyecek kadar ileri gidişlerini de unutmayalım.

250 “soykırım”

Türkler için milli semboller meselesi biraz daha karışıktır. Ama yine de Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde “yedi düvele karşı verilen” Kurtuluş Savaşının kurucu mitosumuzdaki yeri tartışmasızdır. Bazen İstanbul’un Fethi ya da Çanakkale Zaferi gibi ulus-devlet öncesi olaylar da bu mitolojiye dahil edilir, buna karşılık Ermeni Tehciri veya Kürtlere yönelik baskı politikaları gibi olaylar kolektif bellekten silinmeye çalışılır. (‘Tarihi Yazılmayan Halk: Kürtler’ kitabının yazarı Gürdal Aksoy’ın “Kürt tarih yazıcılığı, kendini reddeden bir tarihin, Türk resmi tarih tezinin üvey çocuğudur ve haddinden çok babasına benzemektedir” saptamasını da akılda tutmak gerekir.)

Bugüne dek, etnik sorunların ulus-devletlerin “başını ağrıtmaması için” bazısı şiddet içeren, bazısı ise barışçıl görünen çeşitli yollar denendi. Örneğin 1923’te Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan anlaşma ile 1,5 milyon kişinin zorunlu yer değiştirmesi hukuki kılıfa sokulurken, ll. Dünya Savaşı’nda Almanlar Yahudileri ve Çingeneleri toplama kamplarında yok ettiler. Savaş sonrasında ise Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan’da yaşayan 12 milyon Alman asıllı ile Sovyetler Birliği’nde Nazilerle işbirliği yaptığı iddia edilen Kırım Türkleri ya da Tatarlar gibi gruplar acımasız sürgünlere tabi tutuldu, milyarlık Çin birkaç milyonluk Tibet’e tahammül edemedi, Hindistan, Keşmir’de 500 bin kişiyi öteki dünyaya havale etti, dünyanın kılı kıpırdamadı. Türkiye’de 1964’te Rum asıllıların Yunanistan’a gitmesi için baskıcı politikalar uygulanarak etnik saflık biraz daha garanti altına alınırken, aynı şeyi Bulgaristan da yaptı ve önce 1969-1978 arasında ailelerin birleştirilmesi adı altında, 1989’da isim değiştirme kampanyası sırasında toplam 400 bin Müslüman/Türk’ü Türkiye’ye göçe zorladı. 1987’de Saddam Hüseyin, Halepçe’de literatüre “Kürt Hiroşiması” olarak geçen korkunç katliamı yaparken 1990’larda Hırvatistan’da, Bosna’da, Kosova’da dilimize “etnik temizlik” terimini hediye eden (!) korkunç olaylar yaşandı, Afrika’da Hutular tüm “medeni” dünyanın gözleri önünde, el makasları ile 800 bin Tutsiyi kestiler. Özetle, ciddi araştırmacılara göre yüzyılın başından bu yana en az 250 “soykırım” yaşandı.

Pandora’nın kutusu

Aslında dışarıdan uyumlu görünen bir yapıda bile egemen etnik çekirdek (örneğin Fransızlar) kendi politikalarını diğer etnik gruplara (örneğin Korsikalılara) tam olarak aktaramayabilir. Bazı etnik ya da dinsel gruplar ise bir zamanlar haksızlıklara uğradıklarını (örneğin Türkiye’deki Kürtler, Aleviler ve Ermeniler ile Ukrayna’daki Ruthenianlar gibi) düşünerek bu birliğe gönülsüzce katlanıyor olabilirler. Bazı gruplar (örneğin Türkiye’deki Yahudiler ve Rumlar ile Romanya’daki Gagavuzlar gibi) kendilerini koca bir okyanusta korunmasız minik adacıklar gibi hissedebilirler. Ya da bazı etnik gruplar ezilmedikleri ya da dışlanmadıkları halde (İspanya’daki Katalanlar ve Basklar gibi) her ne pahasına olursa olsun kendi ulus-devletlerini kurmaya çalışırken, bazıları federasyona razı görünüp (Irak’taki Kürtler gibi) içten içe bağımsız devletlerini hayal ederler, bazıları (Kıbrıslıtürkler gibi) dünyayı karşılarına almak pahasına bağımsızlıklarını ilan ederler. Ve bir Türk’ün, benzer taleplerde bulunan bu üç etnik gruptan Katalanlara hayretle, Kürtlere nefretle, Kıbrıslıtürklere hayranlıkla baktığını görebiliriz. Etnik taleplerin toprak talebiyle örtüşmediği ülkelerde ise azınlıklar (ABD’deki Hispanikler ya da Asyalılar gibi), başka çareleri olmadığı için egemen unsurun içinde erimeye ya da onunla bütünleşmeye gönüllü olabilirler. Ancak böylesi “barış adalarında” bile tarihsel haksızlıkların telafisi için işi, ayrı bir eyalet talep etmeye kadar vardıranlar (örneğin ABD’deki siyahlar gibi) boy gösterebilir. Kısacası, küreselleşen dünyamızda hiçbir ulus-devlet bekasından emin olamaz.

Bu özet tarihçeden de anlaşılacağı üzere, 1648 tarihli Vestfalya Anlaşması’ndan beri neredeyse kutsal sayılan ulus-devlet kurma hakkı, kaçınılmaz olarak yeni ulus-devlet taleplerinin de en güçlü dayanağı. Ancak mitolojideki gibi, Pandora’nın kutusu bir kez açıldığında işin nereye varacağı belli değil. Ezilen ulus bir süre sonra başka gruplar için ezen ulusa dönüşebiliyor. Bu sefer ezildiğini düşünen kesimlerin etnik-ulusal mücadelesi başlıyor. İşin ucunu bıraksak, Eric Hobsbawm’ın işaret ettiği gibi yüzlerce yeni mikro devlete kavuşmamız, hatta derebeylikler dönemine dönmemiz işten bile değil. Ancak her ayrılık mutluluk getirmediği gibi, zoraki beraberliklerden de hayır gelmiyor. Avrupa ülkelerinin veya ABD’nin pek sofistike sandığımız çok kültürlülük politikalarının bile eleştirilmeye muhtaç olduğunu son yıllarda defalarca gördük. Milliyetler meselesinin halini “işçi sınıfının devrimci mücadelesine” bağlayanların yaşadığı 90 yıllık düş kırıklığının hikâyesini ise başka yazıya bırakalım.

Sonuç olarak, küreselleşmenin etnik-ulusal meseleleri yok etmek bir yana şiddetlendirdiğini görmezden gelemeyiz. Daha kötüsü, bunların nasıl çözüleceği meselesi hâlâ ortada duruyor. Ama o ütopik aşamaya kadar, dünyanın selameti için, gerek egemen etnik çekirdeklerin, gerekse azınlıkların konuya gerçekçi ve sorumlu yaklaşması gerekiyor. Ama elbette en büyük görev, gerginliğin yaşandığı ülkedeki egemen etnik çekirdeğin elitlerine ve halkına düşüyor. Halkın da en çok emekçi kesimlerine. Çok etnisiteli ulus-devletlerin cennet bahçesi olmasını beklemek şimdilik hayal olsa da, ulus-devletlerde görece huzur ve mutluluk, kendini ev sahibi görenlerin adil ve sevecen misafirperverliğine bağlı görünüyor.

Yorumlar kapatıldı.