İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

12 Eylül Cumhuriyet´in ta kendisidir

Ayse Günaysu

12 Eylül bir arıza değil, Cumhuriyet’in ta kendisidir. Tıpkı maddenin sıvı, katı, gaz gibi çeşitli halleri varsa, Türkiye Cumhuriyet’inin de çeşitli halleri vardır. Ama tıpkı madde için söz konusu olduğu gibi, çeşitli hallerde görünmesine rağmen özü aynıdır. 12 Eylül, Türkiye Cumhuriyeti’nin biçimsel demokrasi halinden farklı olarak açık faşizm halidir.

Zaten bu nedenle biz muhalifler dışındaki geniş Türk toplumu 12 Eylül’e büyük bir uyum göstermiştir. Baskı vardı, halk korkutuldu, zarflar şeffaftı diye kendimize ne kadar teselli etmeye çalışırsak çalışalım, Kenan Evren yüzde 98 oyla Cumhurbaşkanı seçildi, 12 Eylül Anayasası yüzde 98 oyla onaylandı.

12 Eylül’e Türk toplumunun bu kadar kolay, bu kadar hemen uyum sağlamasının nedeni Cumhuriyet’in sorgusuz, sualsiz sınırsız yetkili, hesap vermeye yükümsüz, hesap sormada sınırsız devlet anlayışı ve eşzamanlı olarak büyük bir başarıyla inşa ettiği ‘görevli’ vatandaş kimliğiydi. Bu yüzden 12 Eylül Türk toplumuna biçilmiş bir kaftan gibi geldi ve gerçekte hiç gitmedi.

Bu şekilde devlet ve ona uygun yurttaş anlayışından biz muhalifler ne kadar bağımsızlaşabilmiştik?

Teoride ustalardan alıntılar eşliğinde sistemi yıkmaktan ve yeniden yapmaktan bahsediyorduk, ama gündelik pratiğimize, politik gelişmelere verdiğimiz tepkilere, yaptığımız analizlere yansıyan başka bir şeydi. Çünkü bizim özelimizde teori ile pratik ayrı kompartımanlarda seyahat ediyordu. Politik reflekslerimiz gösteriyordu ki, algılarımızın derinliğinde, çoğumuz için Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sağlam doğru temeller üzerine kurulmuş ama yanlış ellere düşmüş, anti-emperyalist ve ‘ilerici’ bir projeydi. Sömürgen, işbirlikçi iktidarlar devleti ele geçirmişti. ‘Devlet’i onlardan kurtarak gerekiyordu.

Bu gözle geriye dönüp baktığımızda bunun çok çeşitli örneklerini görebiliriz. Bu örneklerden birisi de Türk solunun 80’li yıllarda ASALA eylemlerine nasıl baktığıdır. Yaygınlık, etki ve hareketlilik açısından Türk solunu temsil yeteneğine sahip iki sol siyaset, ASALA eylemlerini mesela, soykırım, soykırım sorumluluğu, şiddet, bireysel şiddet gibi açılardan tartışmak yerine, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi paradigmaları üzerinde temellenmiş ve bu alandaki devlet jargonunu kullanan bir ‘kınama’ tavrı sergiledi.

Dursun Karataş, Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sunduğu savunmasında ASALA eylemleri vesilesiyle şöyle bir değerlendirme yapıyordu: ‘Anadolu’nun işgale uğramasında Ermeniler adeta öncü kuvvet rolü oynamıştır. Ermeni milliyetçi örgütlerinin istemleri ve mücadele hedefleri (….) daha çok burjuva milliyetçiliğinin biçimlendiği Anadolu’da bir Ermeni devletinin kuruluşunu hedeflemektedir. Diğer yandan Ermeniler (….) istedikleri takdirde geri dönebilirler; fakat bu hiçbir zaman Anadolu’da suni bir Ermeni ulusal topluluğu yaratma amaçlı olamaz.’ (Haklıyız Kazanacağız 2, s. 928-930, derleyen D.Karataş)

Türkiye Komünist Partisi de, ASALA konusunda şöyle bir dil kullanıyordu: ‘Eğer CIA vb. örgütlerin desteği olmasa NATO ülkelerinde Ermeni terör örgütleri nasıl rahatlıkla at oynatabilirler? … Elbette teröristlerin gözlerini kırpmadan masum insanları öldürmede ve kendilerinin de ölümü göze almada bir eylem motifi oluyor.’ (TKP/MK yayın organı Atılım, Sayı 8 (116), 1983 ‘Ermeni Terörizmi Nasıl Önlenir’ başlıklı yazıdan).

12 Eylül yüzde yüz yerliydi, Cumhuriyet’in DNA’sında var olan bir geleneğin ve Türk toplumunun iyice içine sindirdiği otoriter, devletçi, militan ruh halinin bir ürünüydü. Ama ne yazık ki, 12 Eylül’ün bütün acılarını yaşamış kişiler bugün bile düşmanı dışarıda, ABD’nin suretinde görmeye devam ediyorlar. ‘Bugün 12 Eylül’den yanaysanız ABD’den yanasınızdır, ABD’ye karşıysanız 12 Eylül’ü de sorgulamak zorundasınız. 12 Eylül ABD’nin hem bize, hem de bölgeye ilişkin planlarının bir parçasıydı,’ diyor Ragıp İncesağır, 10 Eylül 2006 tarihli Radikal’de.

Evet, 12 Eylül, yalnızca yaşanan gerçekten büyük acılarla hatırlanmanın, elbette hesap sormanın yanında çok farklı açılardan da tartışılmayı bekliyor. 12 Eylül bir arıza değil, Cumhuriyet’in ta kendisidir. Tıpkı maddenin sıvı, katı, gaz gibi çeşitli halleri varsa, Türkiye Cumhuriyet’inin de çeşitli halleri vardır. Ama tıpkı madde için söz konusu olduğu gibi, çeşitli hallerde görünmesine rağmen özü aynıdır. 12 Eylül, Türkiye Cumhuriyeti’nin biçimsel demokrasi halinden farklı olarak açık faşizm halidir.

Zaten bu nedenle biz muhalifler dışındaki geniş Türk toplumu 12 Eylül’e büyük bir uyum göstermiştir. Baskı vardı, halk korkutuldu, zarflar şeffaftı diye kendimize ne kadar teselli etmeye çalışırsak çalışalım, Kenan Evren yüzde 98 oyla Cumhurbaşkanı seçildi, 12 Eylül Anayasası yüzde 98 oyla onaylandı.

12 Eylül’e Türk toplumunun bu kadar kolay, bu kadar hemen uyum sağlamasının nedeni Cumhuriyet’in sorgusuz, sualsiz sınırsız yetkili, hesap vermeye yükümsüz, hesap sormada sınırsız devlet anlayışı ve eşzamanlı olarak büyük bir başarıyla inşa ettiği ‘görevli’ vatandaş kimliğiydi. Bu yüzden 12 Eylül Türk toplumuna biçilmiş bir kaftan gibi geldi ve gerçekte hiç gitmedi.

Bu şekilde devlet ve ona uygun yurttaş anlayışından biz muhalifler ne kadar bağımsızlaşabilmiştik?

Teoride ustalardan alıntılar eşliğinde sistemi yıkmaktan ve yeniden yapmaktan bahsediyorduk, ama gündelik pratiğimize, politik gelişmelere verdiğimiz tepkilere, yaptığımız analizlere yansıyan başka bir şeydi. Çünkü bizim özelimizde teori ile pratik ayrı kompartımanlarda seyahat ediyordu. Politik reflekslerimiz gösteriyordu ki, algılarımızın derinliğinde, çoğumuz için Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sağlam doğru temeller üzerine kurulmuş ama yanlış ellere düşmüş, anti-emperyalist ve ‘ilerici’ bir projeydi. Sömürgen, işbirlikçi iktidarlar devleti ele geçirmişti. ‘Devlet’i onlardan kurtarak gerekiyordu.

Bu gözle geriye dönüp baktığımızda bunun çok çeşitli örneklerini görebiliriz. Bu örneklerden birisi de Türk solunun 80’li yıllarda ASALA eylemlerine nasıl baktığıdır. Yaygınlık, etki ve hareketlilik açısından Türk solunu temsil yeteneğine sahip iki sol siyaset, ASALA eylemlerini mesela, soykırım, soykırım sorumluluğu, şiddet, bireysel şiddet gibi açılardan tartışmak yerine, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi paradigmaları üzerinde temellenmiş ve bu alandaki devlet jargonunu kullanan bir ‘kınama’ tavrı sergiledi.

Dursun Karataş, Sıkıyönetim Mahkemesi’ne sunduğu savunmasında ASALA eylemleri vesilesiyle şöyle bir değerlendirme yapıyordu: ‘Anadolu’nun işgale uğramasında Ermeniler adeta öncü kuvvet rolü oynamıştır. Ermeni milliyetçi örgütlerinin istemleri ve mücadele hedefleri (….) daha çok burjuva milliyetçiliğinin biçimlendiği Anadolu’da bir Ermeni devletinin kuruluşunu hedeflemektedir. Diğer yandan Ermeniler (….) istedikleri takdirde geri dönebilirler; fakat bu hiçbir zaman Anadolu’da suni bir Ermeni ulusal topluluğu yaratma amaçlı olamaz.’ (Haklıyız Kazanacağız 2, s. 928-930, derleyen D.Karataş)

Türkiye Komünist Partisi de, ASALA konusunda şöyle bir dil kullanıyordu: ‘Eğer CIA vb. örgütlerin desteği olmasa NATO ülkelerinde Ermeni terör örgütleri nasıl rahatlıkla at oynatabilirler? … Elbette teröristlerin gözlerini kırpmadan masum insanları öldürmede ve kendilerinin de ölümü göze almada bir eylem motifi oluyor.’ (TKP/MK yayın organı Atılım, Sayı 8 (116), 1983 ‘Ermeni Terörizmi Nasıl Önlenir’ başlıklı yazıdan).

12 Eylül yüzde yüz yerliydi, Cumhuriyet’in DNA’sında var olan bir geleneğin ve Türk toplumunun iyice içine sindirdiği otoriter, devletçi, militan ruh halinin bir ürünüydü. Ama ne yazık ki, 12 Eylül’ün bütün acılarını yaşamış kişiler bugün bile düşmanı dışarıda, ABD’nin suretinde görmeye devam ediyorlar. ‘Bugün 12 Eylül’den yanaysanız ABD’den yanasınızdır, ABD’ye karşıysanız 12 Eylül’ü de sorgulamak zorundasınız. 12 Eylül ABD’nin hem bize, hem de bölgeye ilişkin planlarının bir parçasıydı,’ diyor Ragıp İncesağır, 10 Eylül 2006 tarihli Radikal’de.

Evet, 12 Eylül, yalnızca yaşanan gerçekten büyük acılarla hatırlanmanın, elbette hesap sormanın yanında çok farklı açılardan da tartışılmayı bekliyor.

Yorumlar kapatıldı.