İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Toprağımızda yabancı parmağı

Ayşe Önal

Yabancılardan nefret ettiğimizi saklamaya hiç gerek görmedik. Ne de olsa insan duygularında samimi olmalı. Topraklarımızda ki yabancı parmağını da birbirimize hatırlatmayı ihmal etmeyiz. Elimizdeyken yüzüne bile bakmadığımız tarihimizi kaçıranları (ki çoğu resmi izin veya rüşvetle dışarı taşınmıştır) lanetleriz. Bu topraklarımızın her köşesindeki eşsiz mirasa duyduğumuz büyük saygının gereğidir.

1881 yılında Osmanlı İmparatorluğunun yol çalışmalarını yapan ekibin meraklı Alman mühendisi Karl Sester, Berlin Prusya Kraliyet Bilimleri Akademisi’ne gelip araştırmaları gereken bir tarih hazinesi gördüğünü anlatan bir mektup gönderir. İyi derecede Türkçe bilen Sester bölgedeki dağla ilgili efsaneleri merak etmiş ve yolu olmayan yamaçlardan zorlukla dağa tırmanmıştı. Zirvede gördüğü kabartma ve heykelleri, uzmanlarına bildirmeyi bir sorumluluk saymıştı.

Mektup üzerine bölgeye gönderilen Otto Punchtein başkanlığındaki ekip Sester’in sözünü ettiği zirvedeydi. Aralarında bir kadın araştırmacı da vardı. Theresa Goell. Kabartmalar ve heykeller üstünde uzun çalışmalardan sonra Grekçe yazılı kitabeyi çözmüş ve Kommagene Uygarlığı’nı keşfetmişti.

1953 te Nemrut’a başka yabancılar geldiler. Amerikan Şark Araştırmaları Akademisi görevlileri, Nemrut mirasını koruma çalışmaları başlattılar. Nemrut şöhretini ve 1987 yılından itibaren Unesco dünya mirası listesine alınmasını, nefret ettiğimiz yabancılara borçludur. Gerçek sahipleri parmaklarını bile kıpırdatmamışlardır.

Bugün Nemrut Vakfı’nın merkezi Hollandadır. Nemrut mirasının karşı karşıya kaldığı yok olma tehlikesini bertaraf etmek için Nemrut’un gerçek sahibi bürokratlardan izin bekliyorlar. Nemrut’u gelecek yüzyıllara aktarabilmek için 2012 yılında tamamlanacak bir plan hazırladılar.

İngiliz mühendis J.T. Wood, dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı’nın deprem ve diğer doğa tahribatı nedeniyle toprak altında gömülü olduğuna inanıyordu. Wood’un, tapınağı araştırmaya başlamasına kadar, Efes toprak altında saklı kaldı. 1895’te Wood’un çalışmasına katılan Avusturya ekibi kazıya başladı. Ve bugün Türkiye’ye en çok gelir getiren beş Antik servetten en ünlüsü olan Efes kalıntıları bulundu. Efes’te yaşayanlar büyük bir tarihin üstünde oturduklarından habersizdiler ama torunları Efes şöhretinden büyük refah elde ettiler.

Doğuştan görmeyen dindar Alman Katherina Emmerich, rüyasında gördüğü Meryem Ana’nın evini tarif etmekteydi. 1878 yılında tarif ettiği yer “Meryemana’nın Hayatı” adı altında Clementi Brentado tarafından Fransızca olarak yayınlandı. 1891 yılında İzmir Koleji Müdürü Eugene Poulin, dini bir grubu Efes’in güneyindeki dağlarda tarif edilen yeri aramaya yolladı. Rahipler, uzun bir dolaşmadan sonra görmeyen kadının anlattıklarına tıpa tıp uyan evi Selçuk’ta, Panaya Kapulu’da buldular. 1892 yılında Vatikan seyyahların Selçuk’ta bulduğu evin Meryem Ana’ya ait kutsal bir yer olduğunu onayladı. 1961 yılında Papa 23. Jean evi “Haç Yeri” ilan etti. Vatikan’ın evin yerine yaptırdığı mütevazı kilise dünyanın en önemli devlet başkanlarının bile ziyaret ettiği Türkiye’nin en gözde bölgesi oldu.

1948 yılında İsveçli Profesör Persson Milas’a gelip yıllarca sürecek bir kazıya başladı. Zeus Labrandos’un kutsal alanı olan Labranda’yı bulduğunda Türkiye’nin en iyi korunacak antik kentini ortaya çıkardığını bilmiyordu.

Persson’dan on yıl sonra 1958 de İngiliz Kültür görevlisi J. Mellaart, Konya’nın Çumra İlçesi sınırlarında insanlığın ilk yerleşim yeri Çatalhöyük’ü keşfetti. Bugün Çatalhöyük kazıları, Amerikalı Jeffrey Morgan’ın başkanlığını yürüttüğü Dünya Mirası Vakfının desteğinde İngiliz Arkeoloji Enstitüsü tarafından Cambridge’li Profesör Ian Hodder başkanlığında yürütülmektedir. Nisan 2006 da Morgan Londra’da Çatalhöyük’ü tanıttı ve kazılar için destek topladı.

1833’den itibaren, hükümeti tarafından Anadolu’da araştırmalar yapmakla görevlendirilen Fransız seyyah Charles Texier hayran olduğu Kapadokya bölgesini altı ciltlik “Asya’yı tarif etmek “ isimli kitabında bir rüya gibi anlattığında sakinlerinin, neyin içinde yaşadıklarına dair en küçük bir merakları bile yoktu. Texier “Doğa, hiçbir zaman kendini bir yabancının gözlerine böylesine olağanüstü bir şekilde sergilememiştir. Dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine sürekli ve daha düşsel bir tabii olay var olduğunu duymadım,” diye yazmıştır.

1937’de Çorum Alacahöyük’ü de bulan İngiliz jeolog W.J. Hamilton, Prusyalı General Moltke, 1912’de Rahip Jerphanion, 1958’de Fransız Nicole Thierry ve Catherine Jolivet yazdıkları kitaplarla bugün Kapadokya’nın dünyanın mutlaka görülmesi gereken on bölgesinden biri olmasını sağladılar. Henüz Kapadokyalı biri, dünya dillerine çevrilen bölgeye ait evrensel boyutta bir eser yazmadı.

Bir doğa harikası Manyas Kuş Cenneti’ni ise 1939 yılında bölgeyi ziyaret eden Alman Profesör Kurt Kosswig ve eşi keşfetmişlerdir. Kosswig’ler 1952 yılında yörede bir biyoloji istasyonu kurup, maaş ödediği bir istasyon bekçisine yöreyi koruma görevi vermiştir. 1959 yılına kadar Manyas Kuş Cenneti Kosswiglerin fedakârlıklarıyla korunabilmiştir. Sonunda Kurt Kosswig’in olağanüstü çabası ile bölge Milli Park olarak ilan edilmiştir.

1976 yılından bu yana dünyadaki 18 milli parktan biri olarak kabul edilen Manyas Kuş Cenneti, Avrupa Konseyi tarafından tabiatın en iyi korunduğu yerlere verilen “A sınıfı” Avrupa diploması ile ödüllendirildi. Ancak Konsey diplomayı 1999 yılında geri aldı. Çünkü Bandırma Körfezi talan edilip balıklar yok oldukça kuşlarda gelmekten vazgeçmişlerdi. O zamana kadar Bandırma’da olup bitenlere aldırmayan bürokrasi Avrupalıların baskısı ile çevre denetimlerine başladı ve diploma 2004’de iade edildi.

Bir yabancının bulduğu kuş cennetini, sahiplerine cenneti korumaları gerekliliğini ve nasıl koruyacaklarını da ne trajiktir ki nefret ettiğimiz yabancılar öğrettiler.

Yorumlar kapatıldı.