İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

TÜRKİYE ERMENİLERİ PATRİĞİ MESROB II İLE RÖPORTAJ

Hatay Gazetesi muhabiri İsmail Zubari’nin Patrik II. Mesrob Hazretlerine yönelttiği soruları ve Patrik Hazretlerinin verdiği cevapları okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz:

ZUBARİ: Sayın Patrik yine Samandağ’da Vakıflı Köyü’ndeyiz. Sizinle tekrar sohbet etmekten gerçekten büyük bir mutluluk duyuyorum. Öncelikle şunu sormak istiyorum. Şimdiye kadar bir çok konudan bahsettiniz ama Samandağ’da bulunan Ermenilerin tarihlerinden hiç bahsetmediniz. Burada yaşayan Ermeni cemaatinin bilinen en eski tarihi ne zamana dayanıyor? Buranın tarihiyle Ermenistan’da yaşayan Ermenilerin tarihi benzer özellikler gösteriyor mu?

MESROB II: Ermeni tarihinin babası sayılan Movses Horenatsi, M.Ö. 80-60 yılları arasında Ermeni Kralı Dikran’ın Antakya ve Finike’ye kadar olan bölgelere hükmettiğini yazar. Dikran bu bölgeye silah kullanarak inmez. Aksine, kendi aralarındaki iç çatışmalardan mustarip olan Antakyalılar’ın davetiyle gelir, ve Barzapran adlı komutanı bölgeye vali olarak tayin eder. Antakya’ya, kentin limanı olan Seleukeia Pieria’ya, Musa Dağı yöresinde Ermeni yerleşim merkezleri oluşmaya başlar. Ermeniler’in bu bölgedeki varlıklarının ilk ibaresi budur. Daha sonra M.S. 5. yüzyılın başlarından kalan önemli bir tanıklık daha vardır. İstanbul Rum Patriği Aziz İoannis Hrisostomos’un ünlü mektupları vardır. Bu patrik, 404-407 yıllarında Antakya’ya sürgüne gönderilmiştir. Oradan yazdığı mektupların her biri tarihi tanıklıklarla doludur. Bu mektuplardan biri Antakya hakkındadır. Bölgedeki yoğun Ermeni yerleşiminden söz etmektedir. Kendisine bile “pederane şefkat gösteren” Sopatros adlı Ermeni validen ve “rahat etmesi için elinden geleni esirgemeyen” Ermeni episkoposundan bahsetmektedir. Çok daha sonra, 1068 ile 1071 yılları arasında Bizans İmparatoru Romen Diojen Antakya’daki ordusunun başına Pilardos adlı bir Ermeniyi komutan olarak tayin eder. Bu zat, bölgede bir Ermeni devleti kurulmasına ön ayak olur. Vasal Ermeni Prensleri I. Rupen, I. Konstantin, I. Toros, I. Levon, II. Toros, II. Rupen, Mıleh ve III. Rupen’den sonra, nihayet 6 Ocak 1198 tarihinde, Noel günü, II. Levon Alman İmparatoru Filip ve Bizans İmparatoru III. Aleks’in gönderdiği krallık tacını alarak Tarsus’da Kilikya Ermeni Kralı ilan edilir. 177 yıl süren Kilikya Ermeni Krallığı, Kral VI. Levon Lusinyan’ın döneminde Memlüklerin saldırısı sonucunda 16 Nisan 1375 tarihinde çöker. Tüm bunlar, Ermeniler’in çok eskiden beri bölgede var olduklarını gösteren tarihi kanıtlar.

ZUBARİ: İnsanlar hoşgörüden bahsetmeyi pek severler. Bu hoşgörüden söz ederken genelde güçlünün zayıfa tahammül etmesi gibi bir mana algılanıyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir? Çünkü hoşgörüyü, birlikte yaşamayı en çok siz dile getiriyorsunuz. Bu konuda farklı ve çok güzel görüşleriniz var. Bu çerçevede görüşünüzü almak istiyorum. Hoşgörü güçlünün zayıfa tahammülü müdür?

MESROB II: Hoşgörü, benim için her şeyden önce, yaşam diyalogu ile ilgili bir şey. İnsanlar eğer aynı mekanı, aynı yurdu paylaşacaklarsa, aynı ortamda yaşayacaklarsa, o zaman bunda güçlüsünü, zayıfını aramak yerine yaşam paylaşımından bahsetmek gerekir diye düşünüyorum. Biz bir nesne paylaşmaktan önce –mekan veya ortam – yaşamı paylaşıyoruz. Onun için, yaşam diyalogu lafı keşfedilmiş. Ben de buna inanıyorum. Biz aslında aynı havayı solumakla başlıyoruz hayata. Havayı solurken de bu benim havam mı, senin havan mı diye sormuyoruz. Aynı yerde ve aynı ortamdayız. Çocuklarımız da etnik farklılıklar gözetmeksizin aynı yaşam ve oyun alanını paylaşıyorlar. Denizdeki balıklar aynı suda nasıl yüzüyorlarsa, biz de aynı havayı soluyan insanlarız. Onun için güçlü ve zayıf edebiyatı yapmak yerine, insan olmak üzerine düşünmemiz lazım. İnsan olmak… Çünkü benim için –bunu vaazlarımda da devamlı dile getiriyorum- önemli olan cemaatimdeki insanların Hıristiyan olmadan önce insan olmaları. Eğer insan değillerse, insanlığın gereğini yerine getiremiyorlarsa, başka insanlarla ellerindekini paylaşamıyorlarsa, iyi insan olamıyorlarsa –bana sorarsanız- iyi Hıristiyan da olamazlar. Bunun bütün dinler için geçerli olduğunu düşünüyorum.

ZUBARİ: Peki, insan bazen hayattan bunalıyor ve yalnız olma ihtiyacını hissediyor. Özellikle Hıristiyanlık tarihine baktığımız zaman inziva olayını görüyoruz. Çünkü bir çok aziz, bir çok din adamı insanlardan uzakta yaşamayı tercih etmiş. Mesela bizim yakından çok iyi bildiğimiz St. Simon gibi azizler. Onun dışında bizim bilmediğimiz bir çok din adamı var. Sanırım siz de daha önce böyle inzivaya çekilme gibi –kısa süreli de olsa- bir süreç yaşadınız. Onu bize anlatır mısınız? Niye böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz.

MESROB II: Patriklik o kadar kolay bir konum değil. Herkesi hoşnut edemezsiniz. Hemen hemen her konuda insanlar sizden düşüncelerinizi duymak ister. Hemen hemen her konuda basın sizden demeç ister. Bunları yaparken de herkesi mutlu edemezsiniz. Farklı düşünenler vardır. Farklı düşündükleri için saldıranlar da vardır. Özellikle İstanbul gibi büyük bir şehirde ruhani hayat yaşamaya çalışmak epey yıpratıcı bir şey. Hemen hemen her şey, sanki olmak istediğinizin aksini sizden talep ediyormuş gibi bir durum yani. Ama siz elinizden geldiğince bir rahip olarak yaşamaya çalışıyorsunuz. Ben de birkaç yıl önce düşündüm ki ruhani anlamda biraz yenilenme zamanı geldi. Bunun için hep gitmek isteyip de daha önce gitmediğim bir mekanı seçmek istedim. Ege Denizi’ndeki Patmos Adası’na gittim. Oradaki manastırda biraz zaman geçirmek istedim. Ruhani anlamda çok da yararlandım. Ruhum coştu diyebilirim. Olay bundan ibaretti.

ZUBARİ: Aziz Yuhanna’yla ilgili söylediğiniz şey nedir? Bunu dışında Patmos adasını seçmenizin özel bir nedeni var mıydı?

MESROB II: Yeni Ahit’te en çok sevdiğim kitaplardan biri orada yazıldı. Kitab-ı Mukaddes’teki en anlamlı mesajlardan bazıları orada vahiyle alındı, Aziz Yuhanna tarafından Anadolu’daki 7 kiliselere mesaj olarak gönderildi. Mesih İsa’nın havarilerinden Aziz Yuhanna aynı zamanda yarın yortusunu kutlayacağımız Meryem Ana’yla ilgili bir aziz. Aziz Yuhanna’nın İncili’nin 19. Bölümünde şöyle bir olay var; Mesih İsa çarmıhın üzerindeyken, anası Meryem ve anasının kızkardeşi orada duruyorlardı. Mesih, anasını ve yanında duran sevdiği şakirdi Yuhanna’yı görünce anasına, “İşte oğlun!” dedi. Sonra da şakirdine dönerek, “İşte, anan!” dedi. Böylece, Aziz Yuhanna bu olaydan sonra Meryem Ana’yı kendi öz anasıymış gibi evine aldı.

ZUBARİ: Peki sayın Patrik. İnziva olayı bir anlamda mücadeleden kaçma olayı değil mi? Yani şimdi gidiyorsunuz “ben bıktım” diyorsunuz “ben dinleneceğim” diyorsunuz ve bir çeşit hayata küsüp gidiyorsunuz. Bu konuda neler diyeceksiniz?

MESROB II: Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü sonuçta insanlar arasındaki iletişim sorunları, veya anlaşmazlıklar aslında ruh hallerinden doğan şeylerdir. Eğer siz ruhen kendinizi güçlü hissetmezseniz, o zaman aynı zamanda dünyadaki bir çok şeye karşı mücadele de edemezsiniz. Onun için ruhani yetkinlik, ruhani güç çok önemli. Onun ruhani kaynağı da bana göre doğrudan Allah’tır. İnziva, Allah’a gitmek, O’nu duyumsamaktır. Ben inzivayı, mücadeleden kaçmak yerine mücadele için donanmak anlamında anlıyorum.

ZUBARİ: Azınlık vakıflarıyla ilgili durumu zaman zaman gündeme getiriyorsunuz. Özellikle 1936 beyannamesinden sonra azınlık vakıflarına mal edinme yasaklanmıştı bildiğim kadarıyla. Mal edinemiyorsunuz. Bu konuda AB sürecinde bazı düzenlemelerin olacağı söylendi, varsayıldı. Hatta konuyla ilgili kanun maddeleri bile hazırlandı sanıyorum. Bununla ilgili günümüzdeki gelişmeleri, gelinen noktayı anlatır mısınız?

MESROB II: Bu konularda ben bir uzman değilim. Bu konuyla ilgilenen Hukuk Komisyonumuz var. Benim bildiğim, şu anda Hükümetin bir Vakıflar Yasası tasarısı üzerinde çalıştığı. Bu tasarı yüce Meclis’ten geçerse o zaman anayasadaki en büyük ihlal de ortadan kalkmış olacak. Şu andaki anayasamızın 10. maddesi diyor ki; “Türkiye’de herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Eşittir deniyor ama gayri Müslimlerin durumu hiç de öyle değil. Bizim vakıflarımız bir çok kısıtlamalar yaşıyor. Bunun da belki yeni vakıflar yasasıyla aşılabileceğini düşünüyorum, ümidimi kaybetmedim.

ZUBARİ: Sizin din adamı yetiştirme konusunda da bazı sıkıntılarınızın olduğunu biliyorum. Hatta üniversitelerden kürsü talep etmiştiniz. Konuyla ilgili herhangi bir gelişme oldu mu? Yada siz bir alternatif buldunuz mu?

MESROB II: Aslında bu konuda ben, devletin değişik kademelerindeki yetkilileriyle sekiz yıldır görüşüyorum. Ruhban okulundan ziyade, üniversite seviyesindeki bir okulda karşılaştırmalı teoloji adı altındaki bir kürsünün Türkiye’deki bütün azınlıklar için gerek azınlık okullarına öğretmen yetiştirme, gerekse dini kurumlarına din adamı yetiştirme açısından tüm sorunları çözebileceğini düşünüyorum. Şu anda Patrikliğimizin Türkiye’deki bütün Ermeni kökenli vatandaşlarımıza hizmet götürebilmesi için en azından 60 din görevlisine ihtiyaç vardır. Fakat şu andaki sayı, 25 kişi kadar. İşte görüyorsunuz, Hatay’daki kiliselerimizin din görevlisi yok. Bunun gibi Anadolu’nun değişik yerlerinde 16 kadar irili-ufaklı cemaatlerimiz var. Bunlara da dini hizmet götüremiyoruz. Dini hizmet şu anda İstanbul’da odaklanmış durumda. Diğer şehirlerdeki inananlar ancak bize vaftiz, düğün veya cenazeler için başvurduklarında öyle münferiden birkaç günlüğüne din görevlisi yollayabiliyoruz. Bu çok kısıtlı oluyor. İmkanlarımız gerçekten de çok kısıtlı. Bunun aşılabilmesi için bizim kendi ülkemizde, kimseyi yurtdışına göndermeye mecbur bırakılmaksızın, kendi üniversitelerimizin birinde bunu halledebileceğimizi düşünüyorum.

ZUBARİ: Bu konuda kürsü açılmazsa nasıl bir çözüm yoluna gideceksiniz?

MESROB II: Kürsü açılmazsa şu anda yaptığımız gibi ruhban adaylarımızı yurtdışına yollamaya devam edeceğiz. Ama bu hem sayı açısından yeterli olmuyor hem de bazı sorunları beraberinde getiriyor. Her şeyden önce, bir eğitim merkezi olmadığı için birçok insan başvurmuyor, veya belirsizlik nedeniyle başvuruda bulunmaktan çekiniyor. Yurtdışına insan gönderdiğimiz zaman ise bunun en az iki sakıncası var. Birincisi bizim için çok pahalı. İkincisi orada eğitim aldıktan sonra yurda dönmekten vazgeçebilenler oluyor ve yurtdışında kalıyorlar. Yani bizim masraflarını üstlendiğimiz bir kişi, yurtdışındaki bir Ermeni kilisesine hizmet etmeyi seçebiliyor.

ZUBARİ: Şimdi birazda günümüzde gelişen olaylardan bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda şiddet ön planda, gündemimiz şiddetle başlayıp şiddetle sona eriyor. Daha önceki röportajlarımızda yine değinmiştik. Yanılmıyorsam insanların şiddete meyilli olduğunu söylemiştiniz. Bu durum nereye kadar sürecek? İnsanlar neyi paylaşamıyorlar dünyamızda? Bir bakıyoruz günümüzde işte İsrail-Lübnan savaşı. Çocuklar, kadınlar her yaştan insanlar ölüyor.

MESROB II: İnsanlar gücü, yani kaynakları paylaşamıyorlar. Doğal kaynaklar tabii ki parayı temsil ediyor. Para, tabii ki gücü temsil ediyor. Gücü, yani kaynakları, elde edebilmek için şiddeti kullanıyorlar. Medyada rastladığımız bir çok şey aslında birer senaryo. Aslında sözkonusu olan kaynaklar. Şiddete gelince, şiddeti şiddetle durdurmanız mümkün değil. Şiddet, onu kullandığınız nispette yayılacak ve kalıcı nefreti besleyecektir. Şu anda İsrail’le Lübnan arasındaki çatışmada, ben daha uzun yıllar sürecek bir nefretin tohumlarının ekildiğini düşünüyorum. Çocuklar ölüyor, çocuklar şiddeti yaşıyorlar. Büyüdükleri zaman bu gördükleri şiddeti katiyetle unutmayacaklardır. Komşularını düşman olarak belleyeceklerdir. Biz İstanbul’da değişik kiliselerin temsilcileri olarak bir barış duası düzenlemek için toplandık. Tabii dünya bu konuda barış için dua eden din adamlarını dinlemez. Bizdense sadece ateşkes ve barış çağrıları gelir. Kim duyar, kim dinler o başka bir şey. Bizim görevimiz insanların bu özlemini dile getirmektir. Sonuçta ruhaniyat aynı zamanda bir duygu meselesidir. İnsanlar barışın, huzurun özlemiyle yaşıyorlar. Sonuçta her şey para veya güç değil. İnsanların çalışabilmeleri ve üretebilmeleri, mutlu bir ortamda ailece yaşayabilmeleri için her şeyden önce huzur ortamına ihtiyaçları var. Toplum olarak huzur ortamında yaşayabilmeleri için sükunet ortamına ihtiyaçları var. Eğer huzur yoksa bunların hiç biri gerçekleşemez. Geçenlerde birisi bana şöyle dedi; Lübnan’da Hıristiyanlar şimdilik rahat imişler, çünkü onların mahalleleri fazla bombalanmamış. Ben bu kadar gülünç, bu kadar saçma, bu kadar ayıp bir şey düşünemiyorum bile. Yani bütün ülke yanarken, bütün ülke savaş ortamındayken nasıl olur da Hıristiyan olduğunu söyleyen bir grup kendisini kendi ülkesinden soyutlayabiliyor, anlamak mümkün değil. O ülkedeki herkes aynı gemide. Tabii ki oranın iş hayatına büyük bir darbe vuruldu. Ülke yirmi yıl geriye gitti. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Nasıl olur da bir grup veya cemaat çıkar ve Lübnan’da ben bu gün rahatım, daha bize dokunulmadı diyebilir? Çok ayıp. Bir yerde kendi vatandaşları için bir şey hissetmeme gibi yani. Mümkün mü? Türkiye’de –inşallah sınırlarımızdan uzak olur- herhangi bir rahatsızlık yaşandığı zaman bizim rahat olabilmemiz mümkün mü? Bugün bazı bölgelerimiz işte terörü yaşıyor. Ben polis olsun, asker olsun, hatta terörist olsun, gazetelerde genç insanların öldüğünü okuduğum zaman çok üzülüyorum. Basında bunların resimlerini gördüğüm zaman ilk hissettiğim şey içimde tarif edilemez bir acı oluyor. Bunların aileleri var. Bunların da anneleri, ağabeyleri, kardeşleri var. Bir insan kendini vatandaşı olan bu insanlardan kendini nasıl soyutlayabilir? Bu hemen yanı başımızda, kapı komşumuzda olan bir şey gibi. Öyle ki, her ülke için vazgeçilemez en büyük nimetlerden birisi huzur ortamında, barış içinde yaşayabilmektir, diye düşünüyorum.

ZUBARİ: Bence onu söyleyen çok yüzeysel düşünüyor olayları. Çünkü orada bir savaş var ve insanların dediğiniz gibi huzur içinde yaşamaları mümkün değil. Bence o tarz yaklaşımlar yüzeyseldir ve insanı yanılgıya düşürür. Belki bazı insanların evleri yıkılmamış olabilir ama kurşun hiçbir zaman adres sormaz.

MESROB II: Evet, maalesef öyle.

ZUBARİ: Siz bir din adamısınız ve bir cemaati temsil ediyorsunuz. Sizin savaşlara, şiddete karşı yaklaşımınızı biliyoruz. Peki bu konuda dinsel inancınız ve kitabınız nasıl bir çözüm öneriyor?

MESROB II: Şiddet konusunda Mesih İsa’nın bir sözü var ki zaten her şeyi en özet şekliyle açıklıyor. Mesih, Matta’nın İncili’nin 5. Bölümünde diyor ki; “Eskiden ‘Katletmeyeceksin’ ve ‘Kim katlederse, hükme müstehak olacaktır’ denildiğini duydunuz. Fakat ben size derim: Kardeşine kızan her adam hükme müstehak olacaktır; ve kardeşine ‘Budala’ derse, Millet meclisinin hükmüne müstehak olacaktır; ve kim ‘ahmak’ derse, cehennem ateşine müstehak olacaktır.” Bakar mısınız? Yaklaşım tarzı şiddete yol açabilecek herhangi bir adımı atmak bile hata, suç, günah olarak görülüyor. Yine aynı bölümde, hemen hemen aynı konuda şöyle diyor; “Eğer biri seninle mahkemeye gidip, senin gömleğini almak isterse, ona abanı da bırak. Her kim seni bir mil gitmeğe zorlarsa, onunla iki mil git”. Yani mümkün oldukça davalık durumlardan uzak kalınmasını öneriyor. Gerçekten de, her şeyden önce Allah’a inanan insanlar olarak paylaşamadığımızın ne olduğunu birbirimize sormamız lazım. Dediğim gibi insanlar güç peşindeler. Bu gücü elde etmek için değişik savlar ileri sürerek şiddete başvuruyorlar. Bu şiddeti uygularken de kendilerini haklı çıkarmak ve kendi asıl amaçlarını kamufle etmek için bin bir dereden su getiriyorlar. Halbuki insanın görmesi gereken şey şu; Allah’ın ışığını herkesin üzerine doğdurduğu, yağmurunu, bereketini herkesin üzerine yağdırdığı. Eğer Allah herkese rızkını böyle veriyorsa ve bu doğa hepimizinse, o zaman savaşlara ve şiddete neden olmaksızın, bir arada yaşayabilmenin, doğanın nimetlerini paylaşabilmenin yollarını bir şekilde bulabilmemiz lazım. Bence ülkesini ve insanlarını savaşa, şiddete, teröre sürükleyen herhangi bir önder işini beceremeyen önderdir.

ZUBARİ: Sizi ilgilendiren başka bir konuya geçmek istiyorum. Basından takip ediyoruz. İşte Ermenistan’dan maddi durumu iyi olmayan çok sayıda insan geliyor. Bunların çoğu İstanbul’a çalışmaya geliyor. Hatta okuduğumuz kadarıyla bir çoğu iş kurmuş durumda. Gerçekten çok sayıda insan geliyorsa bunların hepsinin işlerinin iyi gittiğini söylememiz zor. Bu konuda yardım etmeniz için size başvuran oluyor mu? Başvuru oluyorsa sizin yardımlarınız hangi düzeyde oluyor? Bunu da öğrenmek istiyorum.

MESROB II: Tabii ki işçi bulma kurumu değiliz. Biz ancak çaresiz durumda olan insanlara sosyal yardım mahiyetinde yardımcı olabiliriz. Diyelim ki birileri çok zor durumda ve ülkelerine, Ermenistan’a geri dönebilecek kaynakları yok, tükenmiş. İşte onlara otobüs bileti almak gibi sosyal yardımda bulunabiliriz. Bunun dışında, iş bulma, iş kurma gibi konularda yardımcı olamayız. Bu bizim patrikliğimizin görevi değil. Ancak Dışişleri Bakanımızın bir ifadesi vardı. Ermenistan’dan Türkiye’ye çalışmak için gelen insanların sayısını 40 bin kadar olduğunu açıklamıştı. Gerçekten o kadar çok insanın var olup olmadığını sorgulamıyor değilim. Bazıları 30 bin diyor, bazılarıysa 40 bin. Ancak epey insanın geldiği doğru. Sayısını bilmem olanak dışı. Yurda giren herkes hudut kapılarındaki bilgisayarlarda kayıtlıdır herhalde. Ermenistan’daki gelir düzeyi belli. Türkiye’ye gelenler ev işlerinde değişik ailelerin yanında çalışıyorlar. Bildiğim kadarıyla en az 250-300 dolar civarında kazanıyorlar. Bunu şu anda Ermenistan’da kazanabileceklerini sanmıyorum.

ZUBARİ: Şimdi her ne kadar ticari anlamda sınırlar kapalı olsa da insanlar bir yolunu bulup bunu aşabiliyorlar demek ki. İnsanların gidip gelmesi, ticaret yapması, birbirlerini daha iyi anlayabilmeleri açısından güzel şeyler. Bu tür ilişkiler ileride kurulması muhtemel devletlerarası diyalogun kapısını aralayabilir mi sizce?

MESROB II: Bu konuda zaten daha önce çok konuştum. Ben sadece iki ülke arasında bugünkü diyalog eksikliğini değil, aynı zamanda tarihi bir çok zorlukların da karşılıklı ziyaretlerle, beşeri ilişkiler kurularak, çözümlenebileceğini düşünüyorum. İnsanlar konuşarak anlaşırlar. Mesela siz gidip Ermenistan’daki bir basın mensubunu ziyaret ettiğinizde, daha önce bir Ermeni’nin arkasından belki çok rahat konuşabilecek durumdayken, oraya gittikten ve bir meslektaşınızı tanıdıktan sonra onun arkasından o kadar rahat konuşamazsınız. Sizin gibi onun da bir karısının var, çocuklarının, bir aile yapısının olduğunu kanıksarsınız. İnsan olarak, paylaştığınız bir çok şey olduğunuzun farkına varırsınız. Özellikle onun yaşadığı ortamı gördükten sonra aranızda bir empati oluşmaya başlar. Bu da birbirinizi, hem onun sizi, hem de sizin onu anlamanıza yavaş yavaş ortam yaratır. Bu aynı zamanda bir çember gibidir. Suya atılan bir taşın yarattığı çemberler gibi, daha sonra başkalarını da içine alabilir. Siz gördüklerinizi, yaşadıklarınızı çevrenize anlattıkça, oradaki insan da kendi çevresine anlattıkça olumlu gelişmeler olur. Halklar arasındaki ilişkiler böyle olur. İletişimsizlik bir çözüm değildir. Konuşmak gerek, yaşamak gerek, paylaşmak gerek. Gerçek anlamda diyaloga girişmek gerek. Sonuç verir mi, vermez mi, ondan sonra karar vermek lazım. Ancak bana soracak olursanız, bugünkü durum bence hiç de normal değil. Yani bir çok konuda “bu konuda artık konuşacak bir şey yok, konuşmayalım, tartışmayalım” demek yanlış. İşte kimse gidip gelmesin diye Türkiye’nin sınırları kapalı. Neyse ki hiç olmazsa uçaklar çalışıyor ve insanlar haftada sanıyorum 3-4 kez İstanbul-Erivan arasında uçuşlar sayesinde gidip gelebiliyor.

ZUBARİ: Yani sınırı karadan geçemeyen havadan geçiyor böylece.

MESROB II: Evet. Sınırı karadan geçemeyen havadan geçebiliyor. Sanırım Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir röportajda Ermenistan’dan gelen bir çok insan Türkiye’de komşularıyla, çalışma arkadaşlarıyla herhangi bir sorun yaşamadıklarını dile getirmiş. Bu sevindirici bir şey.

ZUBARİ: Dileriz bu diyalog yolu ileride daha çok açılır ve insanlar barış içerisinde, birlikte, bir arada yaşamayı öğrenirler.

MESROB II: Evet. Buradaki Türklerle Ermeniler huzur içersinde, yan yana yaşadıklarına göre onlarla da mümkün.

ZUBARİ: Teşekkür ediyorum.

MESROB II: Ben de teşekkür ediyorum.

Yorumlar kapatıldı.