İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye neden Lübnan’a asker göndermeli?

Doç. Dr. İdris Bal

Türkiye’nin kendi “arka bahçesi” içinde yer alan Lübnan konusunda Türkiye’nin kabuğuna çekilmesi beklenemez. Kabuğuna çekilirse de bunun bedelini dolaylı yollardan kesinlikle ödeyecek, uluslararası sistemde matematik hesaplarında yok sayılan önemsiz sayılar gibi hesaba katılmamaya başlanacaktır…

‘Lübnan’a asker gönderilsin mi gönderilmesin mi? İçeride PKK sorunu, ekonomik sorunlar, dışarıda ise Kuzey Irak, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu gibi sorunlar varken neden asker Lübnan’a gönderilmeli? Lübnan’a asker göndermek ABD ve İsrail’e şirin görünmek için mi yapılmak istenmektedir? Yoksa, Türkiye’nin kendi ulusal çıkarları mı bunu gerektirmektedir?’ gibi bir yığın soru şu anda Türkiye siyaset gündemini meşgul etmektedir. Acaba ülkenin hayrına olan hangisidir? Ne tür bir karar verilmelidir? Bu tür sorulara cevap bulabilmek için Türkiye ve Türklerin kim olduğu, bölge ve dünyadaki rolünün ne olduğu ve olması gerektiği soruları cevaplanmalıdır. Türkiye neresidir? Kimin mirasçısıdır? Geçmişte nasıl bir rol oynamıştır ve bu rol günümüze ne tür miraslar bırakmıştır? Türkiye’nin temel sorunları nelerdir? Günümüzde savunma ülke sınırlarında mı başlar? Bu ve benzeri bir yığın sorunun cevabı Lübnan’a asker gönderilip gönderilmemesi konusunda aydınlatıcı olabilir.

Osmanlı hinterlandında bize düşen görev…

Öncelikle Türkiye, Osmanlı’nın varisidir. Osmanlı ise Lübnan’ın da içinde bulunduğu Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve hatta Karadeniz’in yukarı kıyısında bazı toprakları 300-400 yıla varan uzunca bir süre yönetmiş, hakim olmuştur. Söz konusu hakimiyet günümüze önemli miraslar bırakmıştır. Aslında Türk halkı da Orta Asya kökeni ile beraber söz konusu bölgelerdeki tarihsel, kültürel, etnik bağlarımız olan halkların kültür potasında erimiş bileşkesidir.

Osmanlı’nın gerilemesi ile son sığınak olan Anadolu’ya çevreden onurunu koruyabilme ve dik durabilme adına önemli göçler olmuş ve günümüz Türk halkını oluşturmuşlardır. Günümüzde Türkiye’nin, çevresindeki bölgelerle inkar edilemeyecek tarihî, kültürel, etnik bağları vardır. Bu bölgelerdeki gelişmeler Türkiye’yi hem güvenlik, hem ekonomik, hem de siyasi olarak etkilemektedir ve etkilemeye devam edecektir. Bu bölgelerdeki gelişmeler Türkiye istese de, istemese de, eskiden olduğu gibi geleneksel olarak gelişmelere sırtını dönse de, Türkiye’yi yakasından tutup olayların içerisine çekecektir ve istemese de bedel ödemek zorunda kalacaktır. Başka bir deyişle, bu bölgeler Türkiye’nin bir bakıma bakımsız da olsa, içinde yabani otlar, dikenler çıkmış da olsa “arka bahçesi”dir. Veya Rusya’nın eski SSCB topraklarını adlandırdığı gibi yakın çevresidir (near abroad). Bahçemizdeki bir olay, kargaşa veya bir yabancının tecavüzü karşısında kendimizi evimize kilitlememiz akıl kârı değil, olsa olsa başımızı kuma sokmak olacaktır.

İkinci olarak, günümüzde küreselleşme olarak adlandırılan temelde ulaşım ve iletişimdeki muazzam gelişmeler sonucu dünyada neredeyse her şey her şeyi etkiler ve dünyanın öbür ucundaki gelişmeler sizi olumlu veya olumsuz etkiler duruma gelmiştir. O yüzden de dünyanın bu bağlamda bir “köy” haline geldiği sıkça dile getirilmektedir. Bu nedenle bırakınız dünyanın öbür ucunu, yüzyıllarca hakim olduğu, coğrafi olarak çok yakınında olan kendi “arka bahçesi” içinde yer alan Lübnan konusunda Türkiye’nin kabuğuna çekilmesi beklenemez. Kabuğuna çekilirse de bunun bedelini dolaylı yollardan kesinlikle ödeyecek, uluslararası sistemde matematik hesaplarında yok sayılan önemsiz sayılar gibi hesaba katılmamaya başlanacaktır. Bu durum ise ne Türk milletini hoşnut eder, ne de Türkiye’nin tarihî misyonu ile uyuşur.

Üçüncü olarak, Soğuk Savaş sonrası gelişmeler Ortadoğu’da dengelerin sarsılmaya başladığını, suni haritaların, suni milletlerin dalgalanmaya başladığını göstermektedir. Bu bölgede önemli gelişmeler olabilir. Zaten ABD’de bazı çevreler Ortadoğu’da sınırların tekrar çizilmesinden bahsetmektedir. Böyle bir durumda kabuğuna çekilmek Türkiye’yi yazılan senaryoda belirleyici değil figüran rolü oynamaya hatta seyirci kalmaya mahkum edecektir. Bu da yine şu veya bu şekilde bedel ödemek demektir. Türkiye masada olmalı, ulusal çıkarlarını korumalı, kendi kaygı ve beklentilerini ortaya koyarak bunları gerçekleştirmeye çalışmalı, kısacası senaryoda en iyi rolü kapabilmek için elindeki tüm kartları akıllıca oynamalıdır. Asker göndererek Türkiye bundan sonraki gelişmeleri belirleyecek denklemin küçük de olsa taraflarından biri olabilir. Aksi takdirde tüm potansiyeline rağmen Türkiye gelişmelerle ilgili hiç etki sahibi olamayacak ve yalnızları oynamaya devam edecektir. Türkiye bölgede onurlu, güçlü kalabilmek için edilgen değil, etkileyen, yönlendiren konumda olmalıdır.

Dördüncü olarak, Ortadoğu insanı Osmanlı ve Türkiye’ye karşı iki kat propagandaya maruz kalmış ve mümkün olduğunca bölgede Osmanlı geçmişi karalanmış ve Türkiye’ye yönelik düşmanca kanaatlerin oluşması için elden gelen yapılmıştır. Sonuçta iki tarafta da soğuk psikolojik bariyerler oluşmuştur. İlk propagandayı emperyalist güçler, ikincisini ise kendi yönetimlerini meşrulaştırabilmek ve güçlendirebilmek adına yeni rejimler gerçekleştirmiştir. Bu nedenle bölgedeki olaylara müdahil olarak, mazlumun yanında yer alarak, Lübnan’daki yeniden yapılanmaya yardım ederek, halkla sıcak temasa geçerek, Türk askeri Türk insanının insanlığını, samimiyetini, dostluğunu iyilikseverliğini göstermiş olacaktır. Bu da Türkiye’ye yönelik propaganda faaliyetlerinin etkisini kıracak, özünde var olan halklar arası dostluğun yeniden yeşermesine yol açacaktır. Yeni dostluğun karşılığını Türkiye ekonomik, siyasi, kültürel olarak görecek, karşısında işbirliğine hazır halklar bulacaktır.

Bölgesel güç olmak için…

Özetle Türkiye bölgeyi uzunca süre yönetmiş, tarihsel, etnik, kültürel bağları olan, bölgedeki gelişmelerden güvenlik, ekonomik ve siyasi olarak birinci derecede etkilenen ve etkilenecek, Osmanlı’nın mirasçısı, küresel olmasa bile bölgesel bir güçtür. Dünyada hiç savaş olmaması, barışın hakim olması ortak temenni olmakla beraber, eğer bir sorun varsa, ulusal çıkarlarınızı korumak, dünyada dik durabilmek için “başınızı kuma sokmak” yerine, bölgede ve dünyada büyük devlet olarak ben de varım diyerek risk alınmalı ve Türkiye askeriyle temsil edilmelidir. Unutulmalıdır ki, Türkiye 1974’te risk almış ve Cumhuriyet döneminin en büyük başarısı olarak Lozan’la haklarımızdan vazgeçmek zorunda kaldığı Kıbrıs’ta tekrar şu veya bu şekilde söz sahibi olmaya başlamıştır. Eğer Türkiye pasif kalmaya devam eder, özellikle bölgedeki olaylarla ilgili yönlendirici olmaz, aktif rol oynamazsa 2003 Irak krizi sonrasında görüldüğü gibi Türkiye ileride şimdi alacağı risk ve ödeyeceği bedelle karşılaştırılamayacak kadar PKK benzeri büyük bedeller ödemek zorunda kalabilir.

ANKARA GLOBAL ARAŞTIRMALAR MERKEZİ BAŞKANI

Yorumlar kapatıldı.