İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Kızdığım yazarlar işte bunlardır..

Fikri Akyüz

Türkiye’de aydın olduğu iddia edilen bir kesim vardır; bunlardan bazılarının aklı hakikaten başındadır. Bazılarının ise aklı bir karış, bilemediniz iki karış havadadır.

Bir kesim daha vardır ki, aklı kafatasının iki karış üstünde bile değildir, uçup gitmiştir. Nereye gittiğini ise aklı başında olanlar dahi bilmemektedir.

Bu kişilerin bariz vasıflarından biri de slogan atmaktır, attıktan sonra tutmaktır. Çünkü atıp tutma konusunda mahirdirler.

Örneğin; yabancı sermaye ve özelleştirme taraftarı iseniz, adınızın başına yapıştırılan sıfat ‘liboş’tur.

Askeri Şura kararlarının denetime tabi tutulmasını savunursanız, bunun statüko literatüründeki karşılığı ‘ordu düşmanlığı’dır.

Altı okun, getirildiği dönem itibariyle zorunluluk olduğunu, ama artık bu ilkeleri devlete bir elbise olarak giydirmenin çağın gerisine düşen bir anlayışın tezahürü olduğunu ileri sürmeniz halinde, ‘Atatürk düşmanlığı’ ile yaftalanırsınız.

Merkezi yönetimin yetkilerinin kısılmasını ve yerel yönetimlere daha fazla yetki tanınmasını istemeniz, ‘ayrılıkçılığı teşvik’ olarak nitelendirilir.

Fener Patriği’ne Hıristiyanlardan bazılarının ‘ekümenik’ demesinin gayet normal bir durum olduğunu söylemeniz halinde, size ‘gayri milli’ sıfatı layık görülür.

Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmasının, Müslümanların çoğunlukta olduğu laik bir devletin kimliğine halel getirmeyeceğini dillendirmeniz halinde size ‘Ermeni muhibbi’ derler.

RTÜK gibi bir kurumun mutlaka olması gerektiğini söylediğinizde adınız ‘sansürcü’; RTÜK’ün televizyonları kapatma yetkisinin kaldırılmasını savunmanız halinde, adınız ‘neo-liberal’dir.

IMF ve Dünya Bankası’ndan kredi alınmasının bazen zaruret arz ettiğini belirttiğinizde, ‘vahşi kapitalist’ sıfatıyla anılırsınız.

ABD’nin her dediğine evet demediğinizde ‘çapsız’; ABD ile ilişkilerin kuvvetlendirilmesini savunduğunuzda ‘Amerikancı’ olarak değerlendirilirsiniz.

Bu kişiler ‘Nükleer enerji santralleri kurulmalıdır..’ cümlesini bile ne yapıp edip laikliğe getirerek enerji tüketirler. Çünkü bu ‘rüzgar enerjisi’nden ulusalcılık rüzgarını… ‘Hidroelektrik enerjisi’nden sulandırılmış laiklik tartışmalarını… ‘Kömür enerjisi’nden küllenmiş fikirlerin tedavüle sokulmasını… ‘Jeotermik enerji’den ısıtılacak temcit pilavını anlarlar.

Ne yazık ki, Türkiye’de bu kategorize etme anlayışı, düşünceleri mengeneye sıkıştırma harekâtı, olguları mahzene atma yaklaşımı, fikirleri cendereye hapsetme fikri iliklerimize kadar işleyen bir ‘gerçeklik’ olarak orta yerde duruyor.

Oysa samimiyet ve tutarlılık, çok ciddi bir meziyet; yaftalama alışkanlığı muazzam bir zafiyettir.

Bir insan, hem ordusu ile övünüp hem Askeri Şura kararlarının yargı denetimine tabi tutulmasını savunamaz mı?

Bir insan, türban yasağındaki akıldışılık ile Heybeliada Ruhban Okulu’nun devlet zoruyla kapalı tutulması konusundaki irrasyonelliğin ‘şekil itibariyle’ aynı mahiyette olduğunu ileri süremez mi?

Bir insan, Ayasofya’nın yüzyıllar sonra müze haline getirilmesinin yanlış olduğunu, ama şimdi de 70 yıl sonra tekrar cami haline getirmenin yanlışlık arz edeceğini düşünemez mi?

Bununla beraber, Papa’nın Ayasofya’da dua etmesinin Türkiye’ye, Türklüğe ve İslam’a hiçbir zarar vermeyeceğini; hatta bunun, Türkiye’nin büyüklüğünü ve İslam’ın hoşgörüsünü tüm insanlığa gösterecek olgun bir tavır olacağını dillendiremez mi?

Bir insan ‘Ermeni soykırımı yoktur’ dedikten sonra, ‘Ermeni soykırımı vardır..’ diyen bir başkası hakkında dava açılmasına karşı olamaz mı?

Evet, kavramlardan veya sözcüklerden kimin yenilik taraftarı kimin muhafazakar olduğunu test edecek kadar yetenekli olan ülkemiz aydınlarının mevcut olduğu bir ortamda ‘la havle vela kuvvete’ diyenlere yobaz; ‘la havle aaabi yaaa!’ diyenlere de ultra modern denilmesi ‘dinamik statükocu’ Türkiye’nin bir başka garip tecellisidir!

Yorumlar kapatıldı.