İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yıktığımız yetmedi hâlâ yıkıyoruz…

Bir külliyeler şehriydi İstanbul, tamamı vakıf arazisiydi neredeyse… Osmanlı’dan devralındığında bugünkünden çok daha düzenli ve güzeldi kent gerçekte. Buna karşılık, geçmişten kalan her ne varsa yıkmakla uğraştık hep ve hâlâ devam ediyoruz yıkmaya…

AVNİ ÖZGÜREL

Türkiye’de kentler problemliydi, artık kangren haline gelmeye başladı.. İstanbul’u alın; ne imar, ne estetik, ne kolaylık, ne rahatlık söz konusu… Gelişigüzel yapılaşma, imar faaliyeti adı altında tahribat, hayatı kolaylaştırmaya değil adeta zorlaştırmaya azmetmiş bir şehir idaresi.

Asayişsizlik diz boyu, orta sınıfın yaşam alanını ve sosyal ilişkiler ağını daraltan bir baskı v.s. Buna ‘medeniyet’ de diyebilirsiniz, ‘yozlaşma’ da… Nasıl bir hayat arzuladığınıza, içinde bulunduğunuz çevreye nereden, nasıl, ne amaçla baktığınıza bağlı.

Platon’dan Farabi’ye

Oysa yaşanır bir kentin formülü sır değil. Asırlar öncesinden beri yazılıp çiziliyor. Platon’un ‘Tanrı Sitesi’ ya da, St. Augustin’in ‘Tanrı Sitesi’nde tasvir etmeye çalıştıkları gibi 10. asırda yaşamış ünlü Türk düşünürü Farabi ‘el-Medinetu’l Fadıla’ adlı eserinde ideal toplumu ve kenti uzun uzun anlatmış.

‘Mükemmel toplumlar’ üçe ayrılıyor ona göre: Büyük, orta ve küçük.. Büyük toplum tüm insanlık. Orta toplum bir araya gelmiş millet, küçük toplum da milletin bir bölümünün oturduğu kent. Köy, mahalle, sokak veya ev halkını ‘eksik toplum’ diye tanımlıyor Farabi. Köy, mahalle, sokak ve ev; şehir içinde ya da şehirle ilişkisi oranında eksiğini tamamlayan birimler onun gözünde. Günümüzde dünya barışı diyebileceğimiz idealin hareket noktası da kentler:

“En üstün iyilik ve en büyük mükemmelliğe ilkin ancak şehirde ulaşılabilir, şehirden daha eksik olan bir toplulukta ulaşılamaz. Ancak, gerçek anlamda seçme ve irade ile elde edilebilir bir özelliğe sahip olduğundan, şehrin kötü amaçların elde edilmesini amaçlayan bir varlık olarak kurulması da mümkündür. O halde insanları kendileriyle hakiki anlamda mutluluğun elde edildiği şeyler için birbirlerine yardım etmeyi amaçlayan bir şehir, erdemli, mükemmel bir şehirdir. Ve insanları mutluluğu elde etmek için birbirlerine yardım eden toplum erdemli, mükemmel toplumdur. Bütün şehirleri mutluluğu elde etmek için birbirlerine yardım eden millet, erdemli, mükemmel milletdir. Aynı şekilde erdemli, mükemmel evrensel devlet de ancak içinde bulundurduğu bütün milletlerin mutluluğa erişmek için birbirlerine yardım ettikleri zaman ortaya çıkar.”

İdeale ulaşma çabası

Bu ideale hiç sahip olmadık diye düşünebilirsiniz. Ama bu doğru değil.. İstanbul’un alınmasından sonra Fatih’in verdiği ilk emirler bir an önce şehirden kaçan insanların geri dönmelerini sağlayacak çalışmaların yapılması ve Fatih Külliyesi’nin inşasıdır. Vakfiyesinde:

“Hüner bir şehir bünyad (temellendirmek) itmekdur. Reaya (halk) kalbin abad (ebedi hoşnutluk hoşnutluk) itmekdur” diyor.

Fatih Külliyesi, bilen bilir, sadece bir binalar kompleksi değil, bugünün tabiriyle, devasa bir işletme. Cami, mescid, her derecede eğitim veren medreseler, şifahane, çeşme, sebil, türbe ve mezarlıklıklar, kente misafir gelenlerin kalacağı odalar manasında ‘tabhane’ler, ki bu odalarda kalan yiyecek içecek ihtiyaçlarının bedelsiz karşılandığı insan sayısının bazen binleri bulduğu ifade edilir. Ve sayısı binlerle ifade edilen vakıf çalışanı. Geliri külliyenin hizmetlerine tahsis edilen varlıkların kaba listesi bile işin çapını gösterir: Sur içinde ve Galata’da 4 bin 250 dükkân, üç han, dört hamam, yedi burgaz (köşk), dokuz bahçe, bedesten, esnaf çarşısı ve 1130 ev…

Bu anlayış Fatih’ten sonra bitti sanmayın… 16. yüzyılda çeşitli kişiler adına Mimar Sinan’ın inşa ettiği 14 külliyede çalışanların sayısı 2bin 500’dü. Özetle İstanbul birinin hududunda diğeri başlayan araları koruluklara tahsisli külliyeler şehriydi.. Bu nedenle de kentin neredeyse tamamı vakıf arazisiydi. Geçmiş böyleydi. Ama artık ‘tower’lar, kuleler, estetikten yoksun mimari sakillik abideleri devri!.. Onlar konuşuluyor,

onlar beğeniliyor, onlar revaçta. Traji-komik olan şu ki; mimar, üstelik ‘muhafazakâr’ olduğunu söyleyen bir büyükşehir belediye başkanı idare ediyor kenti! Ve sadece mazinin hatırına hâlâ ‘dünya mirası’ listesinde tutuluyor. Bu hafta yitirdiklerimizi ve mazide kalan yapı anlayışımızı yansıtan bir albüm sunmak istedim…

Yitip gidenler

Fotoğrafta solda Tophane’ye adını veren kışla binalarını görebilirsiniz.. Yol genişletmek için yıktık bu binaları…

Tüm görkemiyle Taksim’deki Topçu Kışlası. Lütfü Kırdar’ın belediye başkanlığı döneminde Gezi Parkı için yıkıldı… (sağda)

——————————————————————————–

Tepebaşı Tiyatrosu da artık yok; yerinde şimdi, sergi salonu, otopark ve TRT’nin mimari leke gibi duran stüdyo binası var.

Emirgân’daki Hidiv İsmail Paşa Sarayı, sahil yolu için yıkıldı. Yöneticiler daha sonra da ‘Kazıklı Yol’ felaketini icat etti…(sağda)

Çerçeve

Osmanlı’nın son döneminde toplu konut

Buradaki iki bina topluluğu Osmanlı’nın son döneminde konut anlayışımızın, üstelik lüks konut değil sosyal konut anlayışımızın ne olduğunun kanıtı. Akaretler’deki sıra evler 1875’te padişah fermanıyla yapılması emredilen ve mimar Sarkis Balyan’ın eseri. Buradaki 133 konuttan alınacak kira geliriyle Aziziye Camii’nin inşası için gereken finansmanın sağlanması amaçlanmıştı. Diğer bina şimdi Merit Otel olan Laleli’deki Haritzadegân apartmanı. 1918’de, yani İmparatorluğun 1. Dünya Savaşı’nda yenildiğinin belli olduğu tabloda Selimiye yangınında evsiz kalan aileler için inşa edildi. Aile kalabalıklığına göre dağıtılması düşünülmüş, çeşitli büyüklükte dairelerden oluşuyordu yapı. Tek odadan ibaret ya da dört odalı daireler vardı. O zamana kadar müstakil yaşamış insanlar ilk defa bu binada ortak çamaşırhane, ortak avlu kullanmak durumunda kaldılar.. Ve bina öylesine kıymete bindi ki kısa süre sonra yapılış amacı unutuldu ve daireler yüksek fiyatlarla satıldı.

Yorumlar kapatıldı.