İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İdeoloji hastalandırır…

Etyen Mahçupyan

Gerçeklik korkusu tüm ruhsal hastalıkların temelini oluşturur. Çünkü zihinsel sağlık canlının doğayla, yani çevresindeki gerçeklikle olan uyumunu ifade eder.

Psikoloji bu uyumu kişinin sosyal çevresiyle ve bizzat kendisiyle olan bağlantısında irdeler. Dolayısıyla ‘hasta’ dediğimiz insanlar kendileriyle ilgili gerçek olmayan bir imgeyi sürekli besleyen kişilerdir… Aynı şekilde bazı toplumlar da kendileriyle ilgili gerçek dışı tespit ve değerlendirmeler üretip bunlara tutkuyla sarılır, onları ilahi bir varlığa ait nitelemelermiş gibi yüceltirler. Psikoloji bilimine göre bunun nedeni söz konusu toplumların gerçeklikliği hazmedebilecek olgunluğa sahip olmamaları ve bu eksiklikle yüzleşmektense gerçeklikten kaçmayı tercih etmeleridir. Bu kaçışın sistematik hale getirildiği, resmi ideoloji ile beslendiği durumlarda ise artık karşımızda kangrene dönüşen zihinsel bir hastalanma hali vardır…

Türkiye yıllardır bu ruh halinde yaşadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel olarak çok hızlı bir biçimde dağılması, Batı karşısında duyulan eziklik, kendimizle ilgili ‘adil yönetici’ yüceltmesinin her türlü din ve etnisiteden cemaatlerce reddedilmesi gerçekten de büyük bir şoktu. Aşağılanma duygusu ile gerçekten değersiz olma tespitinin iç içe geçtiği bu savrulma döneminin ardından ise ne yazık ki en kolaycı yol seçildi: Tarihi mesafeli bir bakışla algılamaya çalışmaktansa, önce devlet eliyle tarih üretildi, ardından bunun saçmalığı ortaya çıkınca geçmiş ideolojik koruma altına alınarak donduruldu. Ne var ki bilimsel ve edebi çalışmaların önünü kesmek, onları bu kalıplaşmış tarihin içinde tutmak da mümkün değil… Mesele farklı bir tarihle karşılaşan toplumun ne denli olgun davranabileceği, bu fırsatı kendisini ‘iyileştirmek’ üzere kullanmaya ne denli hazır olduğu. Kamuoyu genelinde Türkiye’nin bu eşiği geçmekte olduğu söylenebilir. Artık bize ‘verilmiş’ olan tarihin gerçeklikle pek bağlantılı olmadığının, tarihi konu eden eserlerin bir yorum özgürlüğüne muhtaç olduğunun farkındayız.

Ancak bazı ‘hassas’ vatandaşlarımız ve bunların doğal karşılığı olan bürokrasimiz henüz söz konusu zihinsel eşiği geçebilmiş değil. Dolayısıyla örneğin Elif Şafak son kitabındaki karakterlerden birinin ‘Ermeni soykırımını’ savunması nedeniyle yargılanabiliyor. Yani devletimiz ‘Ermeni soykırımı yoktur’ demekle yetinmiyor, bunun tersini söyleyen roman karakterlerini bile mahkum ediyor. Oysa ‘Ermeni soykırımı olmuştur’ diyen insanlar var… Yani dışımızdaki gerçeklik bu insanları da kuşatmakta. Kısacası edebiyatçıya söylenen şey gerçekliğin sadece bir bölümünü romanlaştırabileceğidir. Gerçekliğin diğer kısmı ideolojik olarak ‘gerçek dışı’ kılınırken, romancı da devlet koruması altındaki hastalanma halinin parçası olmaya zorlanmakta.

Ama daha ‘tehlikeli’ durumlar da var: İpek Çalışlar’ın ‘Latife’ başlıklı biyografik romanında Topal Osman’ın adamları geldiğinde Mustafa Kemal’in kadın elbisesi giyerek kaçtığı söyleniyor. Tabii bu bilgi bizzat Latife Hanım’ın hatıratından çıkmakta… Ama devletimiz bunu da kabul edemiyor, çünkü Mustafa Kemal böyle bir şey yapmış olamaz. Yani gerçekte ne yaptığından hareketle Mustafa Kemal’i anlamaya çalışmıyoruz, hayalimizdeki Mustafa Kemal’den hareketle gerçekliğin ne olduğunu kurguluyor, bir de bunun aksini söyleyeni cezalandırmak istiyoruz.

Gerçeklikten böylesine ürken bir bakışın toplumu sağlıklı bir biçimde yönetmesi, bugünü sağlıklı bir biçimde yorumlaması ne derece mümkün? Zihinsel sağlık herkese lazım… Ama herhalde asıl ‘kurumsallaşmış aklı’ temsil ettiği iddia edilen devlete gerek. Çünkü ideolojinin kendisi bir tür delirme emaresi gibi algılanmaya başladığında, ortada kaba kuvvet dışında ‘devlet’ de kalmaz…

Yorumlar kapatıldı.