İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Siyonizmin Sol Maskeli Avukatları ya da Anarşizmin Sefaleti

Garbis Altınoğlu, 1-2 Ağustos 2006

Birkaç gün önce İstanbul İndymedia’da Anarşist Komünist Federasyon’un (=AKF) “Roma Konferansı, Ortadoğu’da Proletaryanın Yalnızlığı ve Katledilişi” başlığını taşıyan 28 Temmuz tarihli bir belgesi yayınlandı. Adıgeçen belgeyi yayınlayan sitede aynı konuyu ele alan ve Arapça adı Al Badil al Chououii al Taharruri olarak verilen Lübnanlı bir anarşist örgütün (Libertarian Communist Alternative/ Liberter Komünist Alternatif) 17 Temmuz tarihli bir açıklamasına da yer verilmiş. Bu belgelerin üstünkörü bir incelemesi bile anarşist hareketin kafakarışıklığı, yaşanan gerçeklikten kopukluğu ve “sol” lafazanlık görüntüsü altında saklanan pro-emperyalist ve teslimiyetçi tutumu konusunda bir fikir vermeye ve onun, Engels’in deyimiyle “gericiliğin değirmenine su taşıdığı”nı göstermeye yeter.

Lübnanlı anarşistlerden başlayalım. LKA (=Liberter Komünist Alternatif), İsrail’in Lübnan’a saldırısını –haklı olarak- bölgedeki ilişkileri kendi yararına değiştirmek isteyen ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesi içinde ele almak gerektiğini ve Suriye ile İran’ın bu projeye karşı çıkmalarının iyi bir şey olduğunu kaydettikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Fakat kötü olan, Hizbullah’ı destekleyen ve Bush’un ve İsrail hükümetinin planlarına karşı direnen Suriye ile İran’ın her bakımdan tümüyle gerici ülkeler olmalarıdır…”

Hizbullah’ın İran’ın denetimi altında bulunduğunu ve “açıkça ve inatçı bir tarzda özgürlük-karşıtı olduğunu” söyleyen LKA, bu örgütün silahlarını Lübnan ordusuna teslim etmeyi reddettiğini anımsatıyor ve onun adeta devlet içinde devlet konumunda olduğunu söyleyerek bu durumdan yakınıyor. Her şeyden önce, Hizbullah’ın “İran’ın denetimi altında” olduğu –ve İran’ın, dikkatleri nükleer programı üzerinde yoğunlaşan tartışmalardan uzaklaştırmak için Hizbullah aracılığıyla Lübnan üzerinden ABD ve İsrail’e savaş açtığı- yolundaki emperyalist-Siyonist sav, en iyimser anlatımla son derece abartılıdır. Kuruluş döneminde İran rejiminin desteğini almış olması ve İran’la belli bir bağlaşma ilişkisi içinde bulunması Hizbullah’ın Lübnanlı bir örgüt olduğu gerçeğini değiştirmez.

LKA’in, Hizbullah’ın silahsızlanmamasından yakınması da tuhaf. Anlaşılan o, bu durumdan yakınan başkalarının da bulunduğunu ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2 Eylül 2004’de ABD ve İsrail’in baskısı altında aldığı 1559 sayılı kararın (1) tam da bunu, yani Hizbullah’ın ve Lübnan’daki Filistinli milislerin silahsızlandırılmasını öngördüğünü unutmuş gözüküyor. (Geçerken, Güvenlik Konseyi’nin, Lübnan’ın iç işlerine ilişkin bir konuda karar almasının BM’in Kuruluş Sözleşmesinin hükümlerine de aykırı olduğunu belirtmek isterim.) Lübnan’daki burjuva devlet aygıtının nasıl örgütlandiği, bu devlet içindeki güç dağılımın nasıl olduğu son çözümlemede devrimci güçleri ve işçi sınıfını o kadar da ilgilendirmez. Ancak, bugünkü somut koşullarda Siyonist işgalciye karşı uzun ve başarılı bir direniş birikim ve deneyimi olan bir örgütün dağıtılması ve Lübnan ordusu içinde eritilerek tasfiye edilmesinin sadece ve sadece emperyalist-Siyonist kampı güçlendireceği ve onun işine yarayacağı açıktır; dolayısıyla devrim kampında yer alan herhangi bir grup ya da kişinin bu türden gerici planları pazarlaması ve reklam etmesi asla kabul edemez.

Bu arada, devrimci otorite de içinde olmak üzere her türlü otoriteye karşı çıkan, devlet aygıtının bugünden tezi yok yıkılmasını ve yerini özyonetim birimlerine bırakmasını savunan anarşistlerimiz, Hizbullah’ın devlet içinde devlet konumuna karşı çıkmak ve Lübnan’da devlet iktidarının daha da merkezileşmesini ve tek elde toplanmasını talep etmekle kendi ilkelerine sırtlarını dönmüş, kendi teorilerini ayaklar altına almış olmuyorlar mı?

Ayrıca, Hizbullah’ın silahlarından arındırılmasını savunan LKA’in, neden bölgedeki savaşların ve siyasal bunalımların esas sorumlusu ve militarizmin ete kemiğe bürünmüş biçimi olan İsrail devletinin, Filistin ve Lübnan halklarının kasabı olan bu terör örgütünün silahlarından arındırılmasını savunmadığı da akla gelen bir başka soru.

Hizbullah’ın “özgürlük karşıtı” olduğu saptamasına gelince, LKA’e, herhalde Marksist-Leninistlerin bu örgüte devrimci ya da demokratik bir karakter yüklemediklerini ve kısıtlı bir anti-emperyalist rolün ötesinde bir değer biçmedikleri bu örgüte toplumu devrimci doğrultuda değiştirme misyonu yüklemediklerini anımsatmak gerekir. Ancak bu, vahşi Siyonist işgalciye karşı kararlı ve başarılı direnişi ve yaptığı büyük özveriler sayesinde onun küstahlığına ağır darbeler indirmiş, Arap halklarına özgüven sağlamış ve işbirlikçi Arap rejimlerinin ipliğinin pazara çıkarılmasına katkıda bulunmuş olan Hizbullah’ın ve benzeri örgütlerin bugünkü tarihsel ve siyasal koşullarda oynadıkları önemli ve objektif olarak devrimci rolü küçüksemeyi ve gözardı etmeyi asla haklı çıkarmaz.

LKA, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesinin ardından bu ülkede iki ana siyasal akımın oluştuğunu, bunlardan birinin, adını Refik Hariri’nin öldürülmesinden bir ay sonra yapılan Suriye-karşıtı gösterilerden alan 14 Mart akımı, diğerinin de Suriye-yanlısı olarak nitelediği 8 Mart akımı olduğunu belirttikten sonra şunu söylüyor:

“Biz, Suriye denetimi altındaki çürümüş öğeleri ve Lübnan’ın karanlık geçmişine özlem duyanları barındıran 8 Mart akımına kıyasla 14 Mart kampının görece ‘devrimci’ bir nitelik taşıdığına inanıyoruz.” Bu baylar ve bayanlar, Refik Hariri’nin 14 Şubat 2005’de öldürülmesinin ve bunu izleyen aylarda tanınmış bazı isimlere karşı bir dizi suikastin gerçekleştirilmesinin ardında çok büyük olasılıkla MOSSAD’ın parmağının olduğunu unutmuş gözüküyorlar. Dahası onlar, gerici Suriye rejiminin Lübnan üzerindeki egemenliğine son verme adına, daha da gerici bir rejimin işbaşına getirilmesini, kendisine “görece ‘devrimci’ bir nitelik” yükledikleri ABD-İsrail yanlısı Maruni, Sünni ve Dürzi kökenli işbirlikçi burjuvaların eline geçmesini alkışlıyorlar. Yani, onlar bunu, Lübnan’ın yeniden iç savaş batağına sürüklenmesini ve parçalanmasını, giderek Suriye’yi ve İran’ın işgal edilmesinin ve belki de böylelikle bir dünya savaşının fitilinin tutuşturulmasının yolunu açacağını bilerek olumluluyorlar. Gerçekten de LKA 17 Temmuz tarihli açıklamasında aynen şöyle diyor:

“Bu saldırı (yani İsrail’in Lübnan’a saldırısı- G. A.) daha geniş bir senaryonun bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bizim görüşümüze göre, bu saldırı Büyük Ortadoğu’ya ilişkin Amerikan planı çerçevesinde oluşmuştur.” Bu böyleyse ve siz de sözümona karşı çıktığınız Büyük Ortadoğu Projesinin bir parçası olan İsrail saldırısına karşı net ve ikircimsiz bir tutum almıyorsanız, bu sizin kafanızın ne kadar karışık olduğunu gösterir. Subjektif olarak değilse de objektif olarak ABD-İsrail-Britanya şer ekseninin güdümüne girmek, burunlarından ötesini göremeyen anarşistlere yakışıyor doğrusu.

Suriye ile Lübnan’ı birbirine yaklaştıran tarihsel-kültürel bağların niteliği bir yana, tutarlı demokratlar ve enternasyonalistler, elbette gerici Suriye rejiminin Lübnan’ı zorla kendi nüfuz alanı içinde tutmasını onaylamazlar. Lübnan işçi sınıfı ve halkının kendi ülkelerine ilişkin kararları kendilerinin almaları ve geleceklerini, Suriye burjuvazisinin denetim ve gözetiminden özgür ve bağımsız olarak kendilerinin belirlemeleri gerekir. Ancak, Suriye ile ilişkisinin hangi içerik ve biçimde olacağını belirleme hakkı, sadece ve sadece Lübnan işçi sınıfı ve halkına aittir; yoksa bu konuda yasa bile çıkaran ABD’ne, İsrail’e ve onların isteklerine kölece boyun eğen Batı Avrupa emperyalistlerine ve BM gibi sözde uluslararası kurumlara değil.

Benzer bir yaklaşıma sahip olan AKF, her türlü milliyetçiliğe, burjuvazinin bütün fraksiyonlarına karşı çıkma adına, Gazze ve Lübnan’da sürgelen çatışmada tarafsız kalmayı savunuyor. O, bu çatışmayı, bir yanda Suriye-İran öte yanda da İsrail-ABD arasındaki bir emperyalist çatışma olarak sunuyor. “Roma Konferansı, Ortadoğu’da Proletaryanın Yalnızlığı ve Katledilişi” adlı belgede şu satırları okuyoruz:

“Onlar, aslında, savaş ve değişik devletlerin milliyetçilikleri tarafından öldürülen on binlerce kadın ve erkektir…

“Onlar, aslında, dinler, etnik ve dilsel farklılıklar tarafından ustaca bölünmüş, bu bölünmüşlükleri bölgedeki emperyalist çıkarlarda kendileri için önemli bir rol kapmak için çırpınan devletlerin milliyetçilikleri ve militarist ırkçılıklarının etkileriyle kötüleştirilmiş milyonlarca kadın ve erkektir.

“Lübnan’daki ‘koloni’sini hiçbir zaman gerçekten terk etmemiş olan Sünni Suriye eski konumuna geri dönmek istiyor… Sünni Suriye 1991’deki Saddam karşıtı ittifaktan Irak ve Afganistan arasında ABD’ye karşı güçlenen bir emperyalist güç olan İran’la (abç) bir ittifaka giriyor…

“Bu sırada insanlar Gazze’de, Batı Şeria’da ve güney Lübnan’da ölmeye devam ediyor. Bunlar bir kurtuluş savaşındaki değil, alt-emperyalist bir savaştaki sivil kayıplardır.”

Benzer bir mantığa sahip olan LKA şunları söylüyor:

“Gerici, dinci ve İran-yanlısı bir parti olan Hizbullah’a, bu orantısız saldırıları (…) İsrail’in özsavunması açısından meşru gören Bush’a, Blair’e ve Chirac’a, BM’in ürkek ve belirsiz tutumuna, iktidarsız, zayıf ve çelişmeli olan… Lübnan hükümetine HAYIR diyoruz.” Geçerken LKA’in, bir yandan da İran ile Suriye’nin ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine karşı çıkmasının “iyi bir şey” olduğunu kabul etmekle bir başka tutarsızlık sergilemiş olduğunu da anımsatmalıyım.

Görüldüğü gibi, anarşistlerimiz; “gerici milliyetçilikler”, aynı ölçüde iki gerici kamp arasında bir çatışmanın yaşanmakta olduğunu, işçi sınıfının, diğer sömürülen emekçilerin ve devrimci güçlerin bu çatışmada tarafsız kalmaları, iki tarafın da zaferini dilememeleri ve ikisine de karşı çıkmaları gerektiğini savunuyorlar. Yani onlara göre, ezen/ emperyalist/ sömürgeci ulusun milliyetçiliği ile ezilen/ bağımlı/ sömürge ulusların milliyetçiliği arasında, örneğin ezilen Kürt halkının milliyetçiliği ile ezen Türk ulusunun şovenizmi arasında bir fark yoktur. Soruna LKA ve AKF gibi yaklaşanların gerek Afganistan’da, gerek Irak’ta ve gerekse Filistin’de direniş güçleriyle işgalci güçler arasında da tarafsız kalmayı savunmaları doğal karşılanmalıdır. Gene onların ya da vardıysa eğer öncellerinin, İkinci Dünya Savaşının öngününde, militarist Japonya’nın 1931’de Mançurya’ya ve 1935’te Çin’e, faşist İtalya’nın 1935’te Etyopya’ya saldırısını, Nazi Almanyası’nın 1939’da Çekoslovakya’yı ve daha sonraki yıllarda bir dizi Avrupa ülkesini işgal etmesini vb. de mahkum etmemeleri gerekiyordu. Çünkü saldırgan faşist ülkelerin işgal ettiği ülkeler de burjuva ya da burjuva-feodal rejimlere sahiptiler. Hatta, Çan Kay-şek’in Çini ve Haile Selassie’nin Etyopyası, bugünün İranı ya da Suriyesi’nden daha da gerici ve despotik rejimler tarafından yönetiliyorlardı. Zaten her iki grup da bu tutumlarını pek gizlemeye de gerek görmüyorlar. Örneğin AKF bunu şöyle itiraf ediyor:

“Yahudi Siyonizmi Arap proletaryasının, Sünni veya Şii İslam İsrail proletaryasının düşmanı değildir. Gerçek düşman kendi ulusal burjuvazileri ve uluslararası burjuvazidir.” (abç) Filistin, Lübnan, Afganistan, Irak gibi ülkelerde direniş güçlerinin bu evrede sadece ABD, İsrail ve onların işbirlikçilerine karşı savaşım vermekle yetinmemeleri, aynı zamanda “ulusal burjuvazi”yi de hedef almaları gerektiği tezi, süper-devrimci görünümüne rağmen bir tuzak ve provokasyondan başka bir anlam taşımamaktadır. Hele bunu ileri sürenlerin, “Yahudi Siyonizminin Arap proletaryasının… düşmanı” olmadığını söyledikleri gözönüne alındığında. Zaten saldırgan ile onun saldırısının kurbanı arasında, başka bir anlatımla ezen/ ya da emperyalist bir ulus ile ezilen bir ulus arasında ayrım yapmamak ve sözümona tarafsız kalmak, birincisini utangaç bir biçimde desteklemekten ve bu somut durumda Siyonist İsrail ve ABD emperyalizminden yana tutum almaktan, şovenizmin batağına batmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Etme Hakkı” başlıklı makalesinde dediği gibi,

“Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Ankara, Sol Yayınları, 1989, s. 77)

Son çözümlemede en “ilericisi” de içinde olmak üzere burjuvazinin bütün fraksiyonlarının proletaryanın düşmanı olduğu, işçi sınıfının devrimci öncüsünün milliyetçiliğin bütün biçimlerine karşı olduğu, en ileri burjuva ya da küçük-burjuva siyasal hareketlerin bile sermayenin işçi sınıfının ve diğer sömürülen katmanlar üzerindeki boyunduruğuna son veremeyeceği ve bütün bunların proletaryanın bağımsız bir sınıf partisinin çatısı altında örgütlenmesini zorunlu kıldığı vb. Marksizmin alfabesini oluşturur. Ama bu gerçeklere –üstünkörü bir tarzda da olsa- göndermede bulunmak suretiyle bütün milliyetçilikleri, bütün burjuvazileri ve bütün devletleri aynı sepete doldurmak ve aralarındaki yer yer çok önemli nüansları ve farkları gözardı etmek, günün yakıcı görevlerine sırt çevirmek ve böylelikle dünya işçi sınıfının ve halklarının en azgın düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek. İşte anarşistlerimizin yaptığı, en iyimser anlatımla tam da budur.

Burada İran ve Suriye rejimlerinin, dünyadaki siyasal güçlerin dizilişinde tuttukları yere de kısaca değinmem gerekiyor. Bu iki ülkede, dünya kapitalist-emperyalist sistemiyle ilişkileri olmakla birlikte bu sisteme tam olarak tabi olmayan burjuva rejimler bulunuyor. Yukarda da belirttiğim gibi, “kendi” işçi sınıflarını ve halklarını ezen İran ve Suriye burjuvazilerinin gerici ve anti-demokratik niteliklerine işaret ederek onları, dünya işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı olan ABD emperyalizmi ve yakın bağlaşıklarıyla aynı kefeye koymak tam bir siyasal cehalet ve körlük örneğidir. Bu iki ülkenin, tutarlı bir biçimde olmasa da, ABD-İsrail-Britanya ekseninin dünya hegemonyası yolundaki atağına karşı durmaları, Filistin, Irak, Lübnan’daki ulusal direniş hareketlerine şu ya da bu ölçüde destek vermeleri, onları objektif olarak kapitalist-emperyalist sisteme karşı savaşımında dünya işçi sınıfının dolaylı yedek güçleri kılmaktadır. Bu karmaşık koşullarda, Suriye ve İran proletaryasının, dünya ölçeğindeki görevlerini unutmamak ve ülkelerinin emperyalist-Siyonist saldırganlığın hedefinde olduğunu gözardı etmemek kaydıyla “kendi” burjuvazilerine karşı demokrasi ve sosyalizm uğruna savaşım sürdürmek ve bu özgün duruma ilişkin devrimci taktikler geliştirmekle yükümlü olduğunu da geçerken belirtmek gerekir.

11 Eylül saldırılarını daha gerçekleşir gerçekleşmez “İslami teröristler”in üzerine atan ve o günden bu yana, bu saldırının Pentagon kaynaklı bir provokasyon olduğunu kanıtlayan çok sayıda verinin ortaya çıkartılmış olmasına rağmen bu değerlendirmesini hala değiştirmeyen Trotskist eğilimli İran Komünist İşçi Partisi (=İKİP) de Lübnanlı ve İtalyan anarşistlerimizinkine benzer bir tutum içindedir. Zaten bu parti yıllardır, dünya halklarının, ikisini de aynı ölçüde gerici olarak nitelediği iki baş düşmanla -ABD emperyalizmi ile İslami terörizm- karşı karşıya bulunduğunu savunmakta, yani dikkatleri başını ABD’nin çektiği neo-faşist şer ekseninden uzak tutmaya çalışmaktadır. LKA ve AKF’un tutumunu anımsatacak biçimde İslami renkli siyasal hareketlerin ve devletlerin tümünü aynı kaba doldurarak lanetleyen bu örgüt, yaşanmakta olan son bunalımda da kendisinden beklenen tutumu sergiledi. Gazze ve Lübnan’da yaşanan çatışmayı her iki taraf açısından da “tamamen gerici” olarak niteleyen ve iki tarafın gerici pozisyonlarını pekiştireceğini ileri süren bu partinin genel sekreteri Hamit Takvai’nin 21 Temmuz tarihli açıklamasında şöyle deniyordu:

“(Bu savaş- G. A.) bölgede Hizbullah’ın sosyo-politik nüfuzunun artmasıyla sonuçlanacak. Bu da, hem siyasal İslam, hem de İsrail devleti açısından bulunmaz bir nimet olacak.

“Öte yandan, savaşın askeri sonuçları ne olursa olsun, bundan kazançlı çıkacak olanlar Hizbullah, Hamas, Mukteda el-Sadr ve onun Güney Irak’taki Şii milis örgütü, İran İslami rejimi ve Suriye devleti olacak. Bu savaş Hizbullah’a kendisini kurban, İsrail ve ABD’nin zorbalık politikalarına karşı Filistin davasının ezilen bir temsilcisi gibi sunma olanağı verecek.” (“Israel’s Attack on Lebanese People is a Political and Humanitarian Catastrophe”/ “İsrail’in Lübnan Halkına Saldırısı Siyasal ve Hümaniter Bir Felakettir”) Sapla samanı birbirine karıştıran bay Takvai’nin “sol” lafazanlığı; siyasal İslamı mahkum etme adına, bölgedeki direniş hareketlerini beceriksiz bir biçimde hedef aldığını ve Ortadoğu halklarının direniş ruhunun güçlenmesinden rahatsız olduğunu gizlemeye yetmiyor.

Şimdi de, bu çok “devrimci” örgütlerin, Filistin, Lübnan vb. işçi sınıfı ve halklarına ne öneriyor, nasıl bir yol gösterdiklerine bir göz atalım.

AKF bu konuda şunu söylüyor:

“Kurtuluş için, otonomi için, sınıfın birliği için yeni bir umut olmalı ve bu İsrailli refusniklerin [ç.n.: askere gitmeyi reddedenler] ve asker kaçaklarının anti-militarist muhalefetiyle, İsrailli militanların ve Filistinlilerin Duvar’a karşı şiddetsiz mücadelelerinin gelişimiyle, Irak ve Suriye’de sendikal mücadelenin yeniden doğuşuyla, güney Irak’taki ve İran’daki petrol emekçilerinin mücadeleleriyle, her tür dini ve etnik ayrımın üstesinden gelerek olacak.”

LKA, “Bize göre, durumu ilerletecek tek yol, 14 Mart kampı içinde oluşmaya başlamış bulunan yeni geniş solun koalisyondan geçmektedir” türünden belirsiz ve kendisinin de inanmadığı hissedilen bir saptama yapıyor bu konuda.

İKİP ise sınıf analizini yellere savurarak umudunu ne idüğü belirsiz bir katmana, “evrensel uygar insanlığa” bağlamış gözüküyor. Bu sözde Marksist partinin açıklamasında şöyle deniyor:

“Bu gerici, insanlıkdışı savaşı durdurabilecek biricik güç, üçüncü bir kamp, evrensel uygar insanlık kampıdır… Biz, özgürlüksever ve hümanist örgüt ve kişiliklerin soruna müdahale etmelerini ve aşağıdaki somut taleplerin kabul edilmesi için güçlerini seferber etmelerini öneriyoruz: İsrail devletinin savaş suçlusu olarak lanetlenmesi; bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ve bu arada Filistin halkının haklı davası ve savaşımının önünde bir engel olan Hizbullah’ın gerici bir güç olarak lanetlenmesi.”

Bu alıntılarda açık bir biçimde ortaya çıkan yadsınamaz bir başka gerçek ise şu: Üç örgüt te, işgalci ve saldırgan İsrail ordusuna karşı silahlı bir direniş ve İsrail’in baş destekçisi ve dünya halklarının baş düşmanı ABD emperyalizmine karşı herhangi bir savaşım öngörmüyorlar. Dahası, ABD ve İsrail’in tüm bölgeyi ve hatta tüm dünyayı büyük bir felakete sürükleyebilecek ve nükleer silahların da kullanılabileceği büyük bir savaşa sürüklemeleri olasılığı onları hiç de ilgilendirmiyor, kaygılandırmıyor gibidir. İkincisi onlar, Filistin, Lübnan, Afganistan gibi işgal altındaki ülkelerin proletaryasının, kendi siyasal ve örgütsel bağımsızlığını koruyarak süregelen silahlı direnişe şu ya da bu biçimde katılma görevini üstü örtülü bir biçimde de olsa reddediyorlar. Onlar böylelikle, işçi sınıf ve halkların görkemli direniş tarihinden hiçbir şey öğrenmemiş, ya da öğrenmişlerse de bunları unutmuş olduklarını kanıtlıyorlar. (2) Faşizmin dünya ölçeğinde büyüyen bir tehlike haline geldiği ve emperyalist savaşların yaygınlaşmakta olduğu günümüzde,en azından Komünist Partilerinin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki anti-faşist direniş geleneğini anımsamayanlar, tarihin çöplüğüne atılmayı fazlasıyla hak etmektedirler. Bu yaklaşımın, adıgeçen örgütlerin “ilerici”liğini bile tartışma konusu haline getirdiği herhalde açık olmalı.

Bitirirken, burada dile getirilen eleştirilerin anarşist ve Trotskist grupların tümünün Ortadoğu bunalımına ilişkin pozisyonlarının mahkum edilmesi olarak algılanmaması gerektiğini belirtmek isterim. Böyle bir değerlendirme, devrimci adalet duygusuyla bağdaşmazdı. Dünya görüşleri ve genel siyasal görüşlerine Marksist-Leninist açıdan yöneltilebilecek ve yöneltilmesi gereken eleştiri ve hatta suçlamalar bir yana, bir dizi anarşist ve Trotskist grup, ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail’in Afganistan, Filistin, Irak, Lübnan vb. halklarına karşı gerçekleştirdikleri katliamları ve işledikleri savaş suçlarını kınamakta ve başını ABD’nin çektiği kapitalist-emperyalist sistemin yeni bir dünya savaşı çıkarma doğrultusundaki politikalarını sergilemekte ve mahkum etmektedirler.

DİPNOTLAR

(1) BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararında yar alan Hizbullah’ın silahsızlanması talebi geçmişte de pek çok kez dile getirilmişti. 16 Kasım 1993’de İsrail Başbakanı İzak Rabin, İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan ancak Hizbullah’ın silahsızlandırılması ve denetim altına alınmasından sonra çekileceğini söylemişti. Gene aynı yıl ABD Dışişleri Bakanlığı Hizbullah’ın silahsızlandırılması gerektiğini söylemiş ve Beyrut’taki ABD elçisi Richard Jones, Kuzey İsrail’e yapılan Katyuşa roket saldırılarının durdurulmasını, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını ve Güney Lübnan’daki “güvenlik şeridi”nde konuşlu İsrail kuvvetlerine yapılan saldırıların sona erdirilmesini talep etmişti. Aslına bakılırsa, BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı, neo-faşist Bush kliğinin 2003’de ABD’deki Siyonist lobilerle birlikte kotardığı ve Kongre’den geçirdiği “Suriye’den Hesap Sorma ve Lübnan’ın Egemenliğini Restore Etme Yasası”yla üç aşağı beş yukarı aynı içeriği taşımaktadır.

(2) Engels, sözümona toplumsal devrimden yana olan ve devletin hemen ortadan kalkmasını talep eden anti-otoriterleri, yani anarşistleri eleştirir ve onlarla alay ederken şunları söylüyordu:

“Bu baylar hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim herhalde olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü, burjuvaziye karşı, silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden fazla tutunabilir miydi? Tersine, onu bu otoriteyi çok az kullanmış olmakla kınayamaz mıyız? Öyleyse, iki şeyden biri: ya anti-otoriterler ne dediklerini kendileri de bilmiyorlar, bu durumda karışıklık yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar; ya da biliyorlar, bu durumda proletarya davasına ihanet ediyorlar. Böylece, bu her iki durumda da, yalnızca gericiliğin değirmenine su taşıyorlar.” (Aktaran Lenin, Devlet ve İhtilal, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 73-74)

Yorumlar kapatıldı.