İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sırada Elif Şafak var

Altan Öymen

Şimdi Elif Şafak gündemde… Eserleri yurtdışında da geniş yankılar yapan genç romancımızın ‘Baba ve Piç’, adlı romanında Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesinin 1’inci fıkrasındaki suçu işlediği öne sürülüyor. Madde, o ünlü madde… Orhan Pamuk’tan, Hrant Dink’e, Hasan Cemal’den, Murat Belge’ye kadar çok sayıda yazarımızın mahkeme önüne çıkarılmasına yol açan madde…

1’inci ve 2’nci fıkralarının metni şöyle:

“(1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını, askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. ”

Elif Şafak’a isnad edilen ‘suç’, romanındaki diyaloglara katılanlardan birinin, Türklere karşı konuşmalar yapması… O arada hakarete varan sözler söylemesi…

Bunun maddedeki ‘Türklüğü aşağılama’ kapsamına girdiği ve romancının cezalandırılmasını gerektirdiği öne sürülüyor.

Ama -adı üstünde- roman bu… Bir Türk ailesi ile bir Ermeni ailesinin 90 yıllık bir süreç içinde yaşadıklarını da konu alan bir roman… İçinde doğal olarak Türkleri sevmeyenler de var, sevenler de var.

O 90 yıl içinde yaşananları iki taraftan tarihçiler, hâlâ tartışıyorlar. Aileler tartışmaz mı? Tartışırken herkes kendi yetişme tarzının üslubu içinde aklına veya ağzına geleni söylemez mi?.. Romancı o konuda roman yazarken, bunları yansıtmaz mı?

Tarihi olaylar hakkındaki tartışmalarda hakaret unsurları arayıp suç haline getirmek usul haline gelirse, roman bir yana, doğru dürüst tarih kitabı bile yazılamaz… Tarih kitabı da bir yana, bazı hallerde, karşılıklı olarak sarf edilen sözler üzerine, gazete haberi bile yazılamaz.

Ama işte, demek ki, bizdeki o 301’inci maddenin metni, bu şekilde anlaşılmaya müsait.

***

Aslında bu, hukukçuların da çok tartıştığı bir metin.

Bazı hukukçular bu maddenin mahkemelerin yorumlamasına bağlı olarak, düşünce özgürlüğünü yok edici şekilde kullanılabileceğini belirtiyor. Kaldırılmasını veya yeniden yazılmasını istiyorlar.

Bazıları ise, “Merak etmeyin. Bunun sakıncaları uygulama yoluyla ortadan kalkar. Madde, içtihat yoluyla yerli yerine oturur. Bekleyin” diyor.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek de, “Bekleyin” diyenlerden…

Maddenin değişmesi yolunda bir gelişme olmadığı için, Çiçek’in münasip gördüğü ‘bekleme’ süreci, ister istemez devam ediyor. Ama o süreçteki uygulamalar, ‘madde’yi hâlâ ‘yerli yerine’ oturtabilmiş değil.

Takipsizlik veya beraat kararlarının yanında, ceza talepleri ve kararları da ortaya çıkıyor.

***

Tabii, şunu da unutmamalı: ‘Ceza’ları sistematik bir şekilde takip ve tahrik eden bir ‘hukukçular örgütü’de var. Hoşlanmadıkları yazarların yazılarını, romanlarını, kendi ‘301’inci madde’ anlayışlarının gözlüğüyle okuyorlar… Metinlerin içinden cımbızla çeker gibi cümleler çıkarıyorlar. “Bununla suç işlenmiştir” diye savcılara ihbarda bulunuyorlar. Savcıların bir kısmı da o ihbarlara göre dava açıyor.

Örgüt mensupları, davanın duruşmaları sırasında da boş durmuyorlar. Orhan Pamuk’un davasındaki gibi, izleyicilere, avukatlara saldırıyorlar. Onunla da yetinmeyip sanığın arabasını taşlıyorlar. Bazen de, beş gazetecinin davasında yaptıkları gibi mahkeme salonunda hâkimi baskı altına almaya kalkıyorlar.

Şafak hakkındaki dava da, aynı şekilde, o örgütün ihbarı üzerine açılmış bir dava…

Örgüt, Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı’na ihbarda bulunmuş. Savcı, yaptığı inceleme sonucunda, dava açılmasını yersiz bulmuş. Örgütün avukatları bir üst mahkemeye itiraz etmiş. Üst mahkeme davanın açılmasına karar vermiş. Dava açılmış. Eylül ayında duruşmalar başlayacak.

Örgüt, bundan memnun. Öteki duruşmalarda yaptığı gibi, internetten ‘vatanseverler’i davayı izlemeye çağırıyormuş. Yani, daha önceki davalarda yaptıklarını, bu davada da yapmaya…

***

Evet 301’inci madde bu şekilde anlaşılabildiğine göre, artık o ‘bekleme süreci’ni hızla sona erdirip, maddeyi değiştirmek gerekir. Yoksa ‘Bizde düşünce özgürlüğü var’ demek, giderek daha da güçleşecektir.

——————————————————————————–

Madem düzeltemedik, bari üstünü örtelim

Bir önceki pazar günü, yani dokuz gün önce, İstanbul adalarından söz eden bir yazı yazmıştım. Yazıya adalı okurlarımdan katkılar geldi.

Katkılardan biri, Büyükada vapur iskelesindeki durumla ilgiliydi. İskeledeki eski gölgeliğin yenilenip genişletilmesinin, birkaç gün içinde bitebilecek bir iş olduğu halde, hâlâ tamamlanmadığını belirtmiştim. Bunun (aşağıdaki) fotoğrafını yayımlamıştım. Okurum şunu bildirdi:

Fotoğraftaki manzara, aradan geçen sekiz gün içinde değişmiş.

Gölgelik yenilenmiş mi? Hayır. Eski gölgeliğin fotoğraftaki demirleri de sökülmüş. Çünkü o iş şimdi, sil baştan, yeniden başlayacakmış. İskele yeni proje içinde yepyeni bir gölgeliğe kavuşacakmış.

Peki ne zaman?..

Belli ki, sıcaklar geçtikten sonra…

Kısacası: Adaya gelip giden yolcular, dokuz gün önce vapurlarını, sıcaklık gölgede 31 derece iken ‘güneş altında’ (yani 40 dereceyi de çok aşan bir havada) bekliyorlardı. Son dört-beş gün içinde gölgede 37-38 derece (güneşte 50’ye yaklaşan) sıcaklıkta ‘güneş altında’ beklediler.

Gölgelik yapıldıktan sonra ise, çok muhtemel ki, mevsim değişmiş ve gölgelik ihtiyacı bitmiş olacak.

Örtü önerisi

Aynı yazıda, Büyükada’ya vapurla gelirken görünen manzaranın nasıl bozulduğunu da anlatmıştım. Yukarıda soldaki resimdeki büyük ve karanlık bina iskeleti, yaklaşık 20 yıldır, o haliyle duruyordu. Buna, yıkılmaya terk edilmiş bazı binaların görüntüsü de ekleniyordu.. Ve bu görüntüler, yıllardır değiştirilemiyordu.

Okurum hatırlattı: Aylık ‘Adalar’ dergisinde bir geçici önlem önerisi varmış. Dergiyi bulup baktım. Öneri, adanın aynı zamanda ressam da olan bir ekonomistinden geliyor: Bilgin Aral’dan…

Aral, “Madem işin esasını halledemiyoruz. Bari bir geçici önlem alalım”, hesabıyla, başka ülkelerin ‘inşaatı gizleme’ metotlarını hatırlatmış. Son gittiği Portekiz’de çektiği fotoğrafları da örnek olarak vermiş. Fotoğrafları köşe yazısında yayımlayan F.Ertürk, bu konuda teknik bilgi vererek, belediyeyi harekete geçirmeye çalışıyor.

Bilgin Aral’ın yukarıda sağdaki fotoğrafında, sürmekte olan bir inşaatın önünü örten file üzerine yapılmış resim, hem şehrin o bölümünün inşaatı yüzünden çirkinleşen yüzünü kapatıyor. Hem de gelen geçene “Size biraz rahatsızlık veriyoruz ama, inşaat bitince, burada böyle güzel bir bina olacak” tesellisini veriyor.

Bence de güzel bir öneri: Fakat bu öneriyi Adadaki çirkinliklere uygulamanın güçlüğü şu:

Yirmi yıldır o binayı bu haliyle bırakan mal sahipleri ve bu hale hâlâ bir çare bulamayan belediye, bunun gelecekte nasıl bir görüntü vereceğini biliyor mu ki, o görüntüye uygun bir resim çizdirilebilsin?.. Bunu bugünkü o korkunç bina iskeletinin üzerine örtebilsin?..

Sadece o iskelet de değil. Adada bir de ‘çürümeye terk edilen’ eski binalar var… Ya sahiplerinin çevre kurallarından kurtulma hesabıyla ‘bekleme’ye alınmışlar, ya da sahiplik ihtilafları halledilemediği için ortada kalmışlar… Onların da gelecekleri belli mi ki, üzerlerine resimli file örtüler örtülebilsin?..

Kısacası: İstanbul’un benzersiz özelliklere ve güzelliklere sahip olan tarihi ‘adalar’ı (eski adıyla Prens adaları) layık oldukları ilgiden çoktan beri ‘mahrum’dur.

Dileriz, Adalar ilçesi belediyesinden, büyük şehir belediyesine, Adalar kaymakamlığından İstanbul Valiliği’ne kadar tüm ‘ilgili’ler, bu ilgisizliğin baş sorumluları arasında olduklarını artık hatırlasınlar.

Yorumlar kapatıldı.