İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

PATRİK HAZRETLERİNİN HÜRRİYET GAZETESİ MUHABİRİ SEFA KAPLAN’LA SÖYLEŞİSİ

Söyleşinin çözümü şöyle:

Ermenistan’dan gelenlerle ilişkileriniz nasıl? Sorunları olduğunda size başvuruyorlar mı?

– İki-üç sene öncesine kadar, daha çok maddi yardım için geliyorlardı. Araştırıp, mesela ortada kalmışlarsa, Ermenistan’a dönüş paraları yoksa, yol paralarını karşılayarak yardım ediyorduk. Sonra baktık ki, Samsun’da ya da Trabzon’da otobüsten inip İstanbul’a dönüyorlar. Bu nedenle, maddi yardım yapmamaya karar verdik. Ancak kilise onlar için hala buluşma yeri. Kumkapı Patriklik Merkez Kilisesi, pazar günleri Doğu Ermenicesi konuşan Ermenistanlılar ile dolar. Ayrıca Habeşistanlı ve Afrika’dan gelen diğer inananlar da kiliseyi doldururlar. Öyle ki, bazen vaaz ederken anlaşılamamak kaygısını taşımıyor olmak gerçekten zor.

İstanbul’a gelen Ermenilerin Kumkapı’yı seçmelerinin sebebi Patrikhane’nin burada bulunması mı?

– Hayır, ucuz olması. Burası İstanbul’un en ucuz semtlerinden biri.

Temel sorunları nedir?

– Öncelikle vize. Bunun dışında çocukların okul problemleri var. Burada kalabilen, işlerini oturtanlar çocuklarını okula gönderemiyor. Ailece gelenlerin en büyük sorunu da bu.

Eğitim profili nasıl?

– Hemen hepsi enstitü bitirmiş ama orada iş bulamamış. Doktorlar bile var aralarında. Evlerde hasta bakıp hizmetçi gibi çalışıyor, ancak bir gerçek var ki Ermenistan’dakinden fazla kazanıyorlar.

Türklerle ilişkileri nasıl?

– İlişkileri gayet iyi. Zaten her sorunun anahtarı eğitim ve ekonomidir. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde de, öğrenci, aydın, sanatçı ve basın mensupları karşılıklı olarak iki ülkeye değişimle ziyaretlerde bulunabilirlerse çok şey değişir, beşeri ilişkiler her şeyi düzeltir. İnsanlar tanımadıkları kişilerin arkasından atıp tutabiliyor, küfredebiliyor ama tanıdıklarına yapamazlar bunu.

Kötü muameleye maruz kaldığını söyleyenler veya farklı şikáyetler dile getirenler oluyor mu?

Gördüğüm kadarıyla herkes gül gibi geçiniyor. Hatta Türklerle evlenenler bile var.

Buradaki Ermeni cemaati rahatsızlık duyuyor mu Ermenistan’dan gelenlerden?

– Ne yazık ki, rahatsızlıktan ziyade güvensizlik var, yerel Ermeni cemaati bu insanlara nedense güvenmekte zorluk çekiyor. “Sözlerine güvenilmez, söz verirler yapmazlar” diye genel bir kanaat oluştu sanki. Talihsiz bir şey.

*** ** *** ** ***

Sefa Kaplan ve Alin Ozinyan’ın birlikte hazırladıkları haberin geriye kalan bölümleri şöyle:

Kumkapı’da her çarşamba küçük bir Ermenistan kuruluyor

Sefa KAPLAN – Alin ÖZİNİAN

Fotoğraflar: Fatih YALÇIN

Bir çarşamba günü yolunuz Kumkapı’ya düşerse, semt pazarında pek çok Ermenistan yurttaşının tezgáh açtığını, ticaret yapmaya çalıştığını göreceksiniz. Mağaza vitrinlerindeki Ermenice ilánlar dikkatinizi çekecek. Turist vizesiyle gelip Türkiye’de kalan 40 bin civarındaki Ermenistan vatandaşından çoğu bu bölgede ikámet ediyor. Ne soykırım tartışması var aralarında, ne de bir başka siyasi bahis.

Sadece para kazanmaya, ailelerine üç-beş kuruş göndermeye çalışıyorlar. Korkarak ve çekinerek gelseler de, bir süre sonra Türklerin kendilerini “kesmek” için elde testere ile beklemediğini anlıyorlar. Konuşurken isimlerini gizleme gereği duymadılar. Yine de bu yazıda hiçbirinin açık ismini kullanmadık.

İstanbul’da çarşamba günleri Kumkapı’da kurulan semt pazarını, uzunca bir süredir Ermenistan’dan gelen göçmenlerin açtığı tezgáhlar süslüyor. Çoğu başkent Erivan’dan. Önemli bir kısmının yaşı 50’nin hayli üzerinde. Ermenistan’dan getirdikleri üç-beş ürünü satmaya çalışıyorlar: Ucuz incik-boncuklar, sucuk, konyak, füme balık, havyar… Amaç, çocuklarına, torunlarına üç-beş kuruş gönderebilmek. Türkler, Kürtler tezgáhların gediklisi, ama asıl müşteri yine kendileri gibi Ermenistan’dan gelen hemşerileri.

İşleri yolunda gidenler, pazar çevresinde küçük dükkánlar açmışlar. Kapılarında Ermenice ve Türkçe yazılar var. Doğu Ermenicesi bilen, doktora çalışmasını Erivan’da sürdüren Alin Özinian’la Kumkapı Pazarı’nı adımlıyoruz. Fatih’in fotoğraf makinesinden tedirgin oluyorlar önce. Arkasından “Buyrun, hoşgelmişsiniz” diyerek dükkánlarına, tezgáhlarına buyur ediyorlar bizi.

Sayıları, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün söylediği gibi 40 bine ulaştı mı bilmiyoruz ama İstanbul’da çok güç koşullarda yaşadıkları açık.

MİLLETİN DEĞİL, İNSANIN KÖTÜSÜ OLUR

Pazarın kurulduğu sokaktaki tipik Kumkapı evlerinden birine konuk oluyoruz önce. A.L. 1946 Gümrü doğumlu bir inşaat mühendisi. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra mesleğini yapamamış, Türkiye’ye gelmiş. “1997 senesiydi” diyor, “akrabalarımın evinde oturuyorduk, köşede bir soba yanıyordu ki bizim millet soba nedir bilmez, alışmışız merkezi ısıtmaya. Son sigarayı yaktım, paketi sobaya attım. Bizimkilere diğer paketi sorunca, yok ki, cevabını aldım. Bir tuhaf oldum ve hemen karar verdim: Bu durumdan kurtulmak için bir şeyler yapmalıydım. Otogara gittim, 30 dolar yeterliydi Türkiye’ye gidebilmek için. Atlayıp geldim.”

17 gün sokaklarda yatıyor A.L. Sonra, bir kahvede, bir hemşerisine rastlıyor. Onun yardımıyla önce bir Türkiye Ermenisi’nin fabrikasında çalışmaya başlıyor, sonra piyasada aklınıza ne iş gelirse yapmaya başlıyor. Fırsatını bulup eşini getiriyor. Alin konuşmaları tercüme ederken, birden kırık dökük Türkçe konuşmaya başlıyor A.L. Dedelerinin Doğu Anadolu’dan Ermenistan’a göç ettiği çıkıyor ortaya. “Sanmayın ki, geldim de burada öğrendim Türkçe’yi, bizim evde konuşulurdu zaten” diyor hüzünle. Torunlarının duvardaki fotoğraflarını gösteriyor sonra: “Onlar için buradayız.”

Yoksul evlerinde bizim için ziyafet masası donatan, ağzından “canım” kelimesini düşürmeyen eşi O.L. ise evlerde temizliğe gidiyor. Yaşadıklarını anlatırken, salondaki kullanılmış koltukları gösteriyor: “Evinde çalıştığım bir Türk kadını verdi bunları. Bayramımızda, kendi bayramlarında hediye verirler. ’Eksiğin var mı’ diye sorarlar. Bazen Türkler, buradaki Ermenilerden daha iyi davranıyor. Çok müteşekkirim. Yabancılığımı hiç hissettirmiyorlar, zaten milletin kötüsü olmaz, insanın kötüsü olur.”

KIZIM HASTAYDI GELDİM AMA O ÖLDÜ

1956 Erivan doğumlu A.N’yi pazarda gezerken görmüştük. Küçük tezgahında konyak, pirinç, sucuk, füme balık, hatta “tıtvaser” adlı bir çeşit kaymak satıyordu. Arkadaki küçük dükkánı, sonra çekti dikkatimizi.

Önce konuşmaya çekindi, sonra anlatmaya başladı: “2000’de geldim İstanbul’a. Evimi sattım, sermaye yaptım kendime. Gelmem şart olmuştu, çünkü kızım çok hastaydı. Çok çalıştım, ne iş bulursam yaptım. Lokantalarda yer süpürdüm, bulaşık yıkadım. Sonra dükkán açtım. Bütün mallar benim değil, kim ne getirirse satıyorum.”

Peki Türklerle sorun yaşıyor mu? “Hayır, hiç sorun yaşamadım. Kötü muamele etmiyorlar. Yine de gönül, kendi toprağımda, vatanımda çalışmayı istiyor. Para biriktirebilirsem, dönüp ev alacağım. Kızım öldüğü için önemi yok artık. Ancak hayat da devam ediyor işte.”

Küçük dükkándan çıkarken A.N. Alin’in eline bir kutu Ermenistan şekerlemesi tutuşturmaya çalışıyor. Alin almıyor. Çünkü A.N.’nin “sermayem” dediği şey biraz şekerleme, biraz da tütsülenmiş balıktan ibaret.

ERİVANLI EMEKLİ ÖĞRETMEN A.S.

Ermeni olduğunuzu söylemeyin dediler

33 yıl öğretmenlik yaptım. 62 yaşındayım. 1992’de geldim Türkiye’ye. Eşimle ticaret yaptık. Ermenistan’a büyük çapta züccaciye götüren üç kişiden biriydim. Neden Türkiye, sorusunun cevabı çok basit aslında. Başka bir ülkede çalışmak isteyenler için en yakın ve en ucuz ülke. Vize almak kolay, sınırda 10 dolar vermek yetiyor.

Türkiye’ye gelirken, kendimizi Gürcü olarak tanıtmamızı söylemişlerdi. Yaklaşık iki yıl buna uyduk. Sonra Türklerin, Ermenilerle alıp veremedikleri olmadığını gördük. Herkes işinde gücünde. Ticaret yaparken esnafla hiç problem yaşamadım. Ermenistan’dan gelenler, İstanbullu Ermenilerin yanında, daha doğrusu evlerinde çalışıyor. Bazıları çalışana misafirmiş gibi davranıyor. Bunun yanında Ermenistanlıları hiç sevmeyen, evlerinde çalıştırmak istemeyenler de var. Çünkü İstanbul’a gelenlerin çoğu köylü. Gelenlere bakıp Ermenistanlılar hakkında “Kabadırlar, gözleri açtır, giyinmesini bile bilmezler” diyorlar.

Ermeniler, Ermenistanlılara yukarıdan bakıyor ve horluyor. Buna çok üzülüyorum, çünkü bu ülkemizin bütününü yansıtmıyor. Zaman zaman öyle şeylerle karşılaşıyorum ki, Ermenistanlı olduğumu söylemekten utanıyorum. Ayıptır söylemesi, evime sokmayacağım kişiler var aralarında. Açık yüreklilikle söyleyeyim: Buradaki Ermeni ve Türklerle hiç sorun yaşamadım. Özellikle Türklerden hiçbir kötü davranış, hakaret, taciz görmedim. Ermeni olduğumu söylemekten çekinirdim önceleri, şimdi rahatım.

32 kişi bu eve nasıl sığar, nasıl yaşar

Kumkapı meyhanelerine yakın bir sokakta, dışardan üç katlı görünen bir eve giriyoruz. İçerisi ise bir barınaktan ibaret. Odalar perdeyle ayrılmış. Yoksulluk dizboyu. Piknik tüpünde makarna kaynıyor. Banyo dökülüyor. Buna rağmen, duvarlarda Hz. İsa ve Meryem Ana tasvirleri mevcut.

İlk katta kalan kadın, oğlu izin vermediği için konuşmak istemiyor, ikinci kat boş. Üst katta ise küçücük bir somyaya sığışan üç-beş kadın karşılıyor bizi. İçlerinden V.T. kabul ediyor konuşmayı.

Asıl mesleği muhasebecilik. 1955’de Leninakan’da doğmuş. 2003’ten bu yana Türkiye’de. Geliş sebebi: “İş yoktu, para lazımdı, en yakın ülke Türkiye’ydi. Ben de kalkıp geldim.” Önce Ermeni bir ailenin çocuğuna bakıcılık yapmış, evlere gündelikçi gidiyor artık. “Çocuğa yavrum gibi baktım. Her kucağıma alışımda, tanrım ben bu çocuğu nasıl bakıp büyütüyor ve analık yapıyorsam, sen de benim çocuklarıma öyle bak, diye yalvardım” diyor. İlk geldiğinde hem Ermeni hem Türk işverenleri tarafından horlanmış V.T: “Küçük görmeyi seviyorlar. Oysa düşünmüyorlar, bir zamanlar ben de evimin hanımıydım, bir işim vardı. Ama şimdi yok. Aynı şey onların da başına gelebilir bir gün. Yine de yaşadıklarımı hiç kimse yaşasın istemem.”

V.T.’den cesaret alan N.F. de konuşmaya başlıyor. 1948’de Leninakan’da doğmuş. 2000’de gelmiş Türkiye’ye. O da evlere gündeliğe gidiyor. “Türkler çok iyi insanlar, bugüne kadar hiç kötülüklerini görmedim” diyor bütün samimiyetiyle. Normal koşullardaki herhangi birinin adım bile atmayacağı o evde tam 32 Ermenistan yurttaşının yaşadığını söylüyor.

Yoksulluğun içinden çıkıp Ermeni Patrikhánesi’ne doğru yol alırken, karnını doyurmak, daha iyi bir hayata sahip olmak için dünyaya dağılan diğer göçmenleri düşünüyoruz. Avrupa hayaliyle Meriç Nehri’nde boğulan, Ege kıyılarından teknelere bindirilip ıssız adalara bırakılan, Kuzey Afrika’dan İspanya’ya geçerken batan teknelerde boğulan kadınlar, çocuklar geliyor.

Ne diyordu Behçet Necatigil:

“Ölmüş nice değerler ben de ölmüşümdür…”

Yorumlar kapatıldı.