İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hemşin Başköylü Ermeni’ye Yanıt

Garbis Altınoğlu

Hemşin Başköylü Ermeni arkadaş,

Parev, selam. Benim “ ‘Yaz Yağmurları’ Operasyonu” başlıklı yazıma, karşı yazmış olduğun 17 Temmuz 2006 “ ‘Yaz Yağmurları’ Operasyonu ve İsrail’in Yaşam Hakkı” başlıklı yanıt-eleştiriyi aldım. Ancak işlerim nedeniyle yanıtlamakta bir parça geciktim. Değindiğin konuların önemini ve senin yanılgılarını paylaşan insanların sayısının çokluğunu dikkate alarak, bu yanıtımı bir Açık Mektup biçiminde veriyorum.

Diyorsun ki:

“İsrail hükümetinin yurttaşlarının yaşam ve güvenliklerini koruma hakkı ve görevi tartışma götürmez. Fakat bu, çok sayıda Filistinli’nin yaşamı pahasına ve sivil halk açısından vahim sonuçlar doğuracak devasa askeri vuruşlara başvurma yoluyla yapılmamalıdır. ”

Burjuva hükümetlerinin ve devletlerinin hiç birinin asli görevi ve işlevi “yurttaşlarının yaşam ve güvenliklerini koruma” değildir. Bunların asli görevi ve işlevi, nüfusun çok küçük bir azınlığını oluşturan ayrıcalıklı katmanların, yani tekelci burjuvaların, büyük toprak ve emlak sahiplerinin ve yüksek bürokratların “yaşam ve güvenliklerini koruma”dır. Bu “koruma” eylemi de ezilen sınıf, katman ve uluslar üzerinde devlet aygıtının baskı ve zoruyla gerçekleştirilir. Bu; Afganistan’dan ABD’ne, Ermenistan’dan Türkiye’ye, İran’dan Almanya’ya, İsrail’den Brezilya’ya kadar kapitalist gelişme derecesi ne olursa olsun TÜM sınıflı kapitalist toplumlar için geçerlidir. (Burada bir genel kurala işaret ediyorum. Kuşkusuz bunun böyle olması, çeşitli ülkeler, toplumlar ve devletlerin özgül niteliklerinin bir yana bırakılması ya da dikkate alınmaması anlamına gelmez. ) Bunun böyle olduğunu örneklerle açıklamaya kalkmanın, senin zekana saygısızlık anlamına geleceğini bildiğim için detaylara girmiyorum.

Öte yandan İsrail, bir başka halkın yaşamakta olduğu bir ülkede önce Britanya ve daha sonra ABD emperyalistlerinin desteğiyle Siyonistlerin hile, katliam ve terör metotları kullanarak adeta yapay bir biçimde oluşturdukları ve tipik burjuva devletlerinden çok farklı özelliklere sahip bir devlet. Birilerinin kendilerine Allah tarafından vadedilmiş olduğu gerekçesiyle bir halkı katlederek, yerinden yurdundan kovarak, yani etnik arındırma yaparak kurdukları bu devletin kendisinin ve kendi yurttaşlarının yaşam ve güvenliğini koruma hakkından nasıl söz edilebileceğini anlamakta zorlanıyorum. Dahası, eğer Siyonistlerin bir halkı toprağından zor, terör ve katliam metotlarıyla sürüp çıkarmasını meşru ve kabul edilebilir görüyorsan, o zaman bu hakkı başka zorba gruplara, örgütlere ve devletlere de tanıman gerekmez mi? Niyet ve tutumunun böyle olmadığını biliyorum; ama başka birileri de bu mantıkla, Türk gericilerinin, İttihat ve Terakki katillerinin Ermeni, Rum ve Süryani halklarını, yüzyıllardır, binyıllardır yaşadıkları topraklardan sürüp çıkarmalarını pekala meşru ve kabul edilebilir göstermeye çalışabilirler. Ya da aynı mantıkla Türk gericileri Orta Asya’nın kendi ata toprakları olduğunu ileri sürerek bu topraklar üzerinde hak iddia edebilirler.

Bu bağlamda İsrail’in Filistin halkına vb. karşı şiddet kullanımını ilke olarak kabul ediyor, onaylıyor, ama sadece onların ölçüyü kaçırmasına karşı çıkmakla yetiniyorsun:

“Fakat bu, çok sayıda Filistinli’nin yaşamı pahasına ve sivil halk açısından vahim sonuçlar doğuracak devasa askeri vuruşlara başvurma yoluyla yapılmamalıdır. ”

İsrail, ABD, Türkiye gibi gerici ve saldırgan devletlerin uyguladığı terörü ilke olarak kabul etmek ve onaylamak demokratizmle asla bağdaşmaz. Hiçbir uluslararası burjuva hukuk kuralı, hiçbir uygarlık ölçütü, hiçbir ahlak kuralı tanımaksızın kadınları, çocukları, yaşlıları, sakatları öldürebilen, elektrik santrallerini, yolları, köprüleri, yiyecek depolarını, radyo-TV tesislerini, yakıt istasyonlarını vurarak insanları açlığa, susuzluğa, hastalıktan ölmeye mahkum edebilen, hastaları ve hamile kadınları kontrol noktalarında yazın sıcağı ve kışın soğuğunda günlerce bekletebilen, uluslararası anlaşmalarca yasaklanmış silahları sivil halk üzerinde kullanabilen, yıllar ve onyıllar boyunca kontrol noktaları, ambargo ve yasaklarla milyonlarca insana bir konsantrasyon kampı yaşamı dayatan, onların topraklarını, zeytinliklerini, bahçelerini adım adım askerlerin eşlik ettiği zırhlı buldozerlerin yardımıyla gasbeden, evlerini, okullarını sistemli bir biçimde başlarına yıkan, ABD’ni bile manipüle etmeye kalkışan ve bunda belirli ölçüde başarı kazanan bir devletin böyle bir öğüdü küçümseyici bir gülümsemeyle karşılayacağı açık değil mi?

Burada düştüğün ilke hatası,

a) Şiddetin ve savaşın esas kaynağının sömürücü egemen sınıflar, emperyalizm ve onların devlet aygıtları olduğu gerçeğini atlaman,

b) ezen ile ezilen arasındaki ayrımı görmemen, ya da görmezden gelmendir. Kullanılan şiddetin ölçüsü, dozu elbette bir yere kadar önem taşır. Ama sorunun özü, şiddetin dozu ya da biçiminde değil, niteliğinde yatar. Kimin kime karşı şiddeti? Sömürgeciler, emperyalistler ve genel olarak gerici egemen sınıflar; ezilen sınıfların, katmanların ve ulusların kendilerini ezenlere karşı direnmesi ve kendini savunma hakkını kabul etmezler. Örneğin, Osmanlı-Türk gericileri de, ne Balkan halklarının, ne Ermeni halkının ve ne de Arap halklarının Osmanlı boyunduruğuna karşı ayaklanma hakkını kabul ediyor, hatta Ermeni jenosidini haklı göstermek için “önce onlar bize saldırdı” diyorlar. Biz Marksist-Leninistlere göre, boyunduruk altındaki bir halkın ayaklanma hakkı tartışılmaz. Onlara göre ise bu, terörizmdir, anarşidir ve gayrımeşrudur. Bizim yaklaşımımız bunun tam tersidir. Biz; ezilen sınıfların, katmanların ve ulusların kendilerini ezenlere karşı direnme ve kendini savunma ve ayaklanma hakkını tartışmasız kabul ederiz. (Konuyu dağıtmamak için burada, emperyalizmin ve gerici burjuvazinin ekmeğine yağ süren ve çoğu zaman onların ajanları tarafından gerçekleştirilen provokatif amaçlı bireysel terör eylemlerinin gerek ilk eve gerekse pratik sonuçlar bakımından yanlışlığını tartışmaya girmiyorum. Yıllardır, onyıllardır kendisinden çok daha üstün güçlerin barbarca saldırılarına, kitlesel katliamlarına, hava bombardımanlarına, örtülü operasyonlarına ve aşağılamalarına hedef olan ve halkları büyük ve dayanılmaz acılar çeken -Filistin, Afganistan, Irak gibi- ülkelerde devrimci önderliklerin yokluğu koşullarında çaresizlik ruh halinin etkisiyle yer yer alışılmamış savaşım metotlarına başvuran ya da bazan sivilleri hedef alan eylemleri gündeme getiren örgütlerin ortaya çıkmasına gelince bu, onaylanmasa da anlaşılabilir. )

Şu çok önemli hususu da eklememe izin ver. Öteden beri militarist bir özellik taşıyan İsrail, 11 Eylül-sonrası dönemde Ortadoğu’da savaş tamtamlarını daha da yüksek sesle çalmaktadır. İsrail’in, Irak’a karşı savaş açılmasında ve halen bu ülkede sürmekte olan ölçüsüz ve “hedefsiz” şiddette oynadığı rol (Iraklı aydınların ve akademisyenlerin sistemli bir biçimde öldürülmesi, Şii-Sünni çatışmasının provokatif eylemlerle kışkırtılması vb. ) biliniyor. Dahası onun, Lübnan’a, Suriye’ye ve özellikle İran’a karşı, taktiksel nükleer silahların da kullanılabileceği bir “önleyici savaş”tan yana olduğu da. İsrail’in ABD ile elele Ortadoğu ve Orta Asya’da jeopolitik güç dengelerini değiştirmeye yönelik bu savaş kışkırtıcı politikasının, asla sadece Filistinli’leri hedef almadığı, senin deyişinle Filistinli’lere karşı “yurttaşlarının yaşam ve güvenliklerini koruma”kla sınırlı olmadığı ve bir dizi ülkenin karışacağı bölgesel bir savaşa ve hatta belki de bir dünya savaşına yol açabileceği açık değil mi?

Burada bir yanlış anlamaya kapı aralamamak için, İsrail ve ABD’nin saldırılarılarına karşı çıkmanın bu saldırıların hedef aldığı ülkelerin –Afganistan, Irak, Suriye, Lübnan, İran- rejimlerini onaylamak ve desteklemek anlamına gelmediğini anımsatmak gerekir. Ama bu ülkelerin rejimlerinin değiştirilmesi, devrilmesi ve yerine halk yığınlarının özlemlerini ve iradesini yansıtan rejimlerin kurulması; oralara “uygarlık”, “demokrasi”, “insan” hakları götürme görüntüsü altında işgal, terör ve uluslararası tekellerin sömürüsünü götürmeye çalışan emperyalistlerin değil, o ülkelerin işçi ve emekçilerinin işidir.

Geçerken şunu da anımsatmak gerek: Ülke içi ve uluslararası güç dengelerine bağlı olarak zaman zaman dalgalanmalar yaşasa da Türkiye ile İsrail arasında 1950’li yılların başlarına kadar uzanan bir stratejik bağlaşma bulunuyor. Siyonistler, gerek bu karşı-devrimci bağlaşmayı sürdürmek, Ankara’daki kafadarlarını ve suçortaklarını korumak ve gerekse Holokost’un eşi benzeri olmayan bir olay olduğu söylencesini sürdürmek amacıyla, Ermeni jenosidinin tanınmaması için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar. Tabii, Holokost’un eşi benzeri olmayan bir olay olduğu yalanı ve Nazi Almanyası’nın katlettiği Yahudi sayısının gerçekte olmuş olduğundan çok daha fazla gösterilmesi onların, ABD ve Batı Avrupa’yı sağmal inek gibi kullanmalarına da hizmet ediyor. Ermeni jenosidini unutturmak isteyen Siyonistlerin, tekelci medyadaki egemenlikleri de bu çarpıklığı yansıtıyor; ABD ve Batı Avrupa görsel medyasında Ermeni jenosidiyle ilgili bir film ya da belgesel görmek hemen hemen olanaksız olduğu halde, şu ya da bu kanalda Holokost’la ilgili bir film ya da belgeselin sunulmadığı bir gün yoktur demek, abartma olmayacaktır.

Diyorsun ki: “Arap dünyasının despot rejimleri Filistin meselesi ve gerginliğini yıllardır kendi rejimlerini ayakta tutmada kullanıyorlar, iç toplumsal muhalefeti ve demokratik gelişmeleri bastırmada kullanıyorlar, gerici İslamik rejimleri şartlandırmada ve diğer inanç ve dini oluşumlara karşı düşmanlıkta, kamplaşmada kullanıyorlar…”

Herşeyden önce bu tür konularda genellemeler yaparken çok dikkatli olmak, daha doğrusu konuyu çok iyi bilmiyorsak, genellemelerden kaçınmak gerekir. Son derece karmaşık ve zengin bir gerçekliği basit ve tekdüze bir tablo gibi resmetmek, somut koşulların somut analizi metoduna sırt çevirmek ve Fas’tan Filistin’e, Mısır’dan Irak’a, Yemen’den Suriye’ye kadar uzanan çok sayıda farklı ülkeyi kapsayan Arap dünyasını homojen bir entite gibi görmek ya da göstermek, hatta bu ülkelerin hepsinde dinsel temelli/ teokratikyönetimlerin bulunduğu izlenimi vermek çok yanıltıcı olacaktır. Bir örnek vermek gerekirse, öteden beri kozmopolit bir nitelik taşımış olan Lübnan’la Vahhabi gericiliğinin kalesi olan Suudi Arabistan arasında, 1882’den 1952’ye kadar Britanya emperyalizminin sömürgesi olan Mısır’la hiçbir zaman sömürge olmamış ve resmi dini Hariciliğin bir kolu olan ve dünyanın en geri ülkeleri arasında yer alan Umman arasında ortak noktalar bulmak pek kolay olmayacaktır.

İkincisi,

a) Birinci Dünya Savaşından sonra bu ülkelerin, sınırlarını belirleyen, hatta bir yere kadar –Ürdün’deki Haşimi sülalesinde olduğu gibi- yönetici sınıflarını yetiştiren İngiliz (ve kısmen de Fransız) emperyalistleri tarafından oluşturulduğunu, İkinci Dünya Savaşından sonra ise, bu bölgede egemenliğin esas olarak ABD’nin eline geçtiğini ve

b) dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi, Arap ve İslam dünyasında da demokrasi ve bağımsızlık doğrultusunda atılan adımların hep bu güçler ve onlara bağlı yerel gerici klikler tarafından terör, askeri darbe gibi yollarla engellendiğini, şeyhlik, şahlık, krallık rejimlerinin ve faşist diktatörlüklerin ve İslam’ın en gerici yorumlarının onlar tarafından beslendiğini ve desteklendiğini unutmamak zorundayız.

Üçüncüsü, senin dediğin ölçüde olmasa da gerici Arap rejimlerinin Filistin sorununu, ülke içindeki emekçi kitlelerin öfke ve hoşnutsuzluğunu yolundan saptırmak için kullandığını kabul edebiliriz. Peki, bu neyi değiştirir? Filistin’de bir insanlık dramı yaşandığı ve burjuva hukuk ölçülerine göre bile savaş suçu işlendiği gerçeğinin yadsınmasını mı? Türk gericiliği de, işçi ve emekçilerin öfke ve hoşnutsuzluğunun hedefi olmamak ve burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşımının gelişmesini önlemek için, şovenizmi kaşımıyor ve “Ermeni sorunu”nu, “Kürt sorunu”nu, “Kıbrıs sorunu”nu kullanmıyor mu? Herhalde, hiçbir aklıbaşında kişi, bu olgudan hareketle, Ermeni, Kürt, Kıbrıs vb. sorunlarını görmezden gelmeyi savunmayacaktır.

Dördüncüsü, işbirlikçi kliklerin Filistin davasına ilişkin söylemlerinin içi genellikle boştur ve onlar bir çok kez Filistin halkını arkadan hançerlemişlerdir. (Ürdün 1970, Suriye 1976, Mısır 1979 vb. ) 11 Eylül-sonrası ortamda, ABD ile açık ve İsrail ile dolaylı işbirlikleri ve gerek “kendi” halklarına ve gerekse Filistin halkına ihanetleri iyice açığa çıkan bu gerici rejimler, İslami renkli muhalefet hareketleri tarafından devrilme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları için daha da gerici bir karakter kazanmışlardır. Halihazırda yaşadığımız ve Filistin’in yanısıra Lübnan’ı da hedef alan Nazi-tarzı İsrail saldırısı ortamında Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan’ın takındığı tutum bunun en taze örneğini oluşturuyor.

Arap ülkelerindeki tutarlı devrimci ve demokratik güçlere düşen görev, Filistin halkının kurtuluş davasıyla dayanışmayı, -Filistin halkının davasına sahip çıkma görüntüsü altında emperyalizm ve Siyonizmle açık ya da üstü örtülü bir biçimde işbirliği yapan- “kendi” burjuvalarına, toprak ağalarına ve emperyalizme karşı yürütecekleri demokrasi ve sosyalizm savaşımıyla birleştirmektir.

* * * * *

Yazında çok açık ve net bir biçimde dile getirilmese de Araplığı/ İslamı gericilikle özdeşleştirme eğilimi olduğunu görmemek olanaksız. Bunun genel olarak Türkiye’de ve özel olarak Türkiye sol hareketinde varlığını sürdürmekte olan çok yaygın ve köklü bir önyargıyı yansıttığını söyleyebilirim. Bu önyargının birden fazla kökeni bulunuyor. Her şeyden once, 1960’larda, 1970’lerde ve 1980’lerde, yani Türkiye’de işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının ve gençliğin ekonomik ve siyasal haklar için yürüttüğü savaşımın elle tutulur bir nitelik taşıdığı koşullarda, siyasal İslam adına ortaya çıkan partiler, gruplar ve kişiler hemen hemen her zaman anti-komünist ve gerici bir çizgi izlemişler, emperyalizmin ve Türk gerici devlet aygıtının bağlaşıkları olarak hareket etmişlerdir. Sözkonusu deneyimin –Filistin davasına duyulan sempatinin bir ölçüde frenlediği- Arap ve İslam etiketi taşıyan her şeye belli bir kuşkuyla yaklaşma eğiliminin oluşumuna katkıda bulunduğu tartışma götürmez.

Öte yandan, bu topraklarda yaşayan insanlar, Arap dünyasını 400 yıl boyunca boyunduruk altında tutmuş ve dolayısıyla Arap olan herşeye küçümseme ve aşağılamayla bakmış olan Osmanlı egemen sınıflarının ideolojik mirasıyla yoğrulmuş, bu mirası devralmışlardır. (Bu ideolojik miras, kendisini sol, devrimci, demokrat olarak tanımlayan kişi ve grupların bilinçaltında da yer almaktadır. ) Buna, Türkiye’yi belli ölçülerde Doğu’nun geriliğinden ve Osmanlı’nın mirasından kurtarma ve “çağdaşlaştırma” çabası demek olan Kemalizmin Arap ve İslam-karşıtı yaklaşımının etkilerini VE elbette emperyalist Batı’nın sadece Arap ve İslam halklarını değil, Doğu’nun Hristyan halkları da içinde olmak üzere tüm “geri” halkları küçümseyen ve aşağılayan sömürgeci ve son çözümlemede ırkçı zihniyetinin etkilerini eklemek gerekir. Arap ve İslam dünyasının, bir dizi tarihsel nedene –yüzyıllar süren ve hiçbir ilerlemeye olanak vermeyen vahşi Osmanlı boyunduruğu, ardından, bu ülkelerdeki en gerici kurumları ve klikleri besleyen ve destekleyen sömürgeci ve emperyalist devletlerin terör, baskı ve yağması- bağlı olarak ileri kapitalist ülkelere göre geri kaldığı doğrudur. Ama bu durumun, Arap ve İslam dünyasına özgü olduğu sanılmamalıdır. Britanya sömürgecilerinin 200 yıla yakın bir süredir iliğine kadar sömürdükleri Hindistan, 1949 halk devrimine kadar Çin, bazı istisnalarla Güneydoğu Asya ülkeleri ve Afrika’nın hemen hemen tamamı benzer bir konumda değil mi ya da değil miydi? Bir “uygarlıklar çatışması” yaratmak, yani İslam dünyası halkları ve çoğunluğu bu bölgede bulunan enerji kaynakları üzerindeki egemenliklerini pekiştirmek, İsrail’in “güvenliği”ni sağlamak ve rakip emperyalist ülkeleri (Rusya, Çin vb. ) denetim altında tutmak isteyen ABD’nin, yakın bağlaşığı İsrail’in ve bu konjonktürde onların peşinden sürüklenen Avrupa Birliği’nin, kendi ayrıcalıklı konumlarını korumak, saldırganlıklarını kamufle etmek ve meşrulaştırmak için “İslami gericilik” üzerinde yaygara koparmalarını anlayabiliriz. Ancak, gericilik üretmede Arap ve İslam dünyasının, dünyanın diğer “geri” ülkeleri ve bölgelerine kıyasla bir ayrıcalığının, bir “üstünlüğü”nün olduğunu ileri sürmek saçmadır. Dahası, 11 Eylül saldırısını izleyen dönemde Arap ve İslam dünyası, giderek artan ve yaygınlaşan emperyalist ve Siyonist saldırganlığa paralel olarak büyüyen bir devrimci potansiyel biriktirmektedir.

Daha da önemlisi, çağımızda siyasal gericiliğin esas kaynağının emperyalizm olduğu gerçeğinin altını çizmek zorundayım. Dünya ekonomisine egemen olan ve kollarıyla gezegenimizin her yanını bir ahtapot gibi saran büyük tekellerin, onların çıkarlarını korumak için oluşturulmuş, binlerce nükleer ve termonükleer savaş başlığı da içinde olmak üzere en modern silah sistemleri ve stoklarıyla tepeden tırnağa donanmış emperyalist ordular, her taşın altından çıkan CIA, DIA, MI6, Mossad, FSB, BND gibi istihbarat örgütleri ve bu zor aygıtlarının dünyanın her tarafında gerçekleştirdiği katliamlar, darbeler, savaşlar, savaş suçları vb. dururken, toplam ekonomik, siyasal ve askeri gücünün ve ağırlığının ne kadar olduğu belli olan Arap ve İslam dünyasını adeta gericiliğin kalesi ilan etmek, son derece saf bir yaklaşım değil mi? Irkçılığın, anti-Semitizmin, sömürgeciliğin, faşizmin, konsantrasyon kamplarının, hatta jenositlerin teorisyeni, mucidi ve uygulayıcısı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sorumlusu ve bu arada El Kaide türünden ne idüğü belirsiz köktendinci örgütlerin mimarı değilse de patronu ve gizli bağlaşığı gene dünyanın efendileri değil mi? 11 Eylül eyleminde olduğu gibi, El Kaide imzasıyla kamuoyuna sunulan pek çok ses getiren eylemin arkasından emperyalist ülkelerin askeri klikleri ve istihbarat örgütleri çıkmıyor mu? Tarihsel deneyimlere göz atmak da bu saptamayı doğrulayacaktır. Örneğin, Ermeni jenosidinde İttihat ve Terakki’nin patronu Alman emperyalizminin dolaysız ya da dolaylı parmağı olduğu, Yahudi halkını hedef alan ve gene Alman emperyalizminin imzasını taşıyan Holokost’un, Siyonist şeflerin ve ABD ve Avrupa’nın “demokrat’ emperyalist devletlerinin aktif ya da pasif onayıyla gerçekleştirildiği, ABD ve uşaklarının 1960’ların ikinci yarısı ve 1970’lerin başlarında Vietnam, Kamboçya ve Laos’ta giriştikleri savaşlarda 3 milyondan fazla insanın kanına girdikleri, ABD ve bağlaşıklarının giriştiği Çöl Fırtınası Operasyonunun ardından uygulamaya sokulan ambargo nedeniyle 1991-2003 yılları arasında Irak’ta, BM ve UNICEF’in rakamlarına gore çoğunluğu çocuk, yaşlı ve kadın olmak üzere 1. 5 milyondan fazla insanın yaşamını yitirdiği sessiz bir jenosit yaşandığı yadsınamaz gerçekler değil mi?

Bitirirken şu gözlemimi eklemek isterim: Ermeni halkı gibi büyük acılar çekmiş bir halkın bağrından çıkan duyarlı kişilerin ulusal bencillik duygusundan olabildiğince arınmış olması gerekir. Sadece ve sadece kendi ulusunun/ halkının, esas olarak geçmişte çektiği acılara karşı duyarlı olmak, kendini bu konuya kilitlemek, onun anısıyla yaşamak, ister istemez insanı bugün çeşitli halkların yaşadığı ve yakın gelecekte yaşanabileceği çok daha büyük acılara ve felaketlere karşı ilgisiz kılacaktır. Oysa ben, büyük felaketler yaşamış ve binlerce yıldır yaşadığı topraklardan zorla kovulmuş ve bu işlem sırasında jenoside uğramış olan bir halkın çocuklarının, benzer bir trajediyi yaşamış ve yaşamakta olan Filistin vb. halklarının acısını ta yüreğinde hissetmesini beklerdim. Ermeni halkının duyarlı çocukları nostaljik ve gerici Ermeni milliyetçiliğini bir yana atmalı ve dünyanın neresinde olursa olsun acı çeken, aşağılanan, onuru ayaklar altına alınan, bombalanan, açlığa mahkum edilen insan kardeşlerinin yanında olmalı, tüm insanlığı yokolmayla tehdit eden kapitalist-emperyalist sisteme ve onun başını çeken ABD’ne ve yakın bağlaşıklarına karşı çıkmalı, bu sistemin yıkılması için çalışmalıdırlar. Onların; analarının, babalarının, dedelerinin, ninelerinin çektikleri acılara karşı duyarlı davranmasının ya da İttihat ve Terakki katillerinin onlara uyguladığı jenosidin intikamını almasının, hesabını sormasının biricik doğru ve demokratik yolu budur. Kozmopolitizm ya da globalizm değil, enternasyonalizm dediğimiz de bundan başka bir şey değildir.

Selam ve iyi dileklerimle…

Garbis Altınoğlu

Hemşin Başköylü’nün mektubunun metni

Ce: “Yaz Yağmurları” Operasyonu ve İsrail’in Yaşam Hakkı

[ Karadeniz Halkları Tartışma Forumu ]

Makale yazari: hemsin basköylü Ermeni Tarih, gün ve

saat : 17. Temmuz 2006 15: 26: 17:

Şu yazıya cevaben: “Yaz Yağmurları” Operasyonu makale

yazarı: Garbis Altınoğlu Tarih, gün ve saat : 14 Temmuz 2006 21: 53: 48:

“İsrail hükümetinin, yurttaşlarının yaşam ve güvenliklerini koruma hakkı ve görevi tartışma götürmez. Fakat bu, çok sayıda Filistinli’nin yaşamı pahasına ve sivil halk açısından vahim sonuçlar doğuracak devasa askeri vuruşlara başvurma yoluyla yapılmamalıdır. ”

Arap dünyasının despot rejimleri Filistin meselesi ve gerginliğini yıllardır kendi rejimlerini;

– ayakta tutmada kullanıyorlar,

– iç toplumsal muhalefeti ve demokratik gelişmeleri bastırmada kullanıyorlar,

– gerici İslamik rejimleri şartlandırmada ve diğer inanç ve dini oluşumlara karşı düşmanlıkta, kamplaşmada kullanıyorlar (emperyalizmin eline oyuncak

veriyorlar),

– İslamik en ilkel felsefeyi sorgulamayı bu temelde engelliyorlar, bununla ekonomik gelişmeyle çelişen bir sınıfsal oluşumu idealize edip, uyduruk ideolojiler üretmeye zemin yaratıyorlar,

– ve böylece de, sınıfsal mücadelenin günah ve dinsizlik olduğunu ileri sürebiliyorlar

– her türlü toplumsal ahlaksızlık ve sömürü İslam adina yapılabilir hale geliyor,

– böylece de, bir tür İslamik makyevelizm üretiliyor ve bu diğer İslamik ülkelere ihrac edilebiliyor. . . . . .

Tek tek saymaya kalksak sayfalar doldurabiliriz. Neden Filistin meselesinde ve Arap halklarının sözde emperyalizme karşı mücadelesinde çok dikkatli bir cizgi izlenmesinin gerekliliği ortadadır böylece. İslamik dünyanın toplumsal gelişmesi, sınıf mücadelesinin bugünkü şartlar altında ve İslamik ülkeler arasındaki gelir dağılımının en gerici kesimin en zengini olması nedeniyle de, bu mücadelede seçilmesi gereken koalisyonların gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Devrimcilik ve sınıfsal mücadele adı altında, en gerici ve despot halk ve ülkelerin mücadelelerini anti emperyalist, anti kapitalist vesaire seklinde yorumlama ve belirlemeler, Afganistan ve Yemen gibi halk ve ülkelerde yaşanan tecrübelerden sonra, iyice (kendimizi de, geçmişimizi de başta olmak üzere) sorgulamak zorunluluğu vardır bugün.

Anti milliyetçilik, anti ulusalcılık gürültüleri arasında, başta mazlum Ermeni halkı olmak üzere birçok halklar ya tamamen yok edildiler, ya da şu anki şartlar altında geçmişinde yaralarını sarmaya, gelişen globalizm safsataları arasında ayakta durmaya çalışıyorlar.

Internasyonalizm iyidir; ama tarihin derinliklerinden bu güne, insanlığa değerler

kazandırmış bugün çok küçücük halkçıklar olarak yasama mücadelesi veren şu veya bu isimli halkların, existence, yasama ve varolma hakları, kimileri adına ulusalcılık ta dese, bizler bu bu existence-right temelindeki ulusalcılığı Hemşin halkı nezdinde, kimilerinin hoşuna gitmese de savunuruz.

70’li ve 80’li yıllarda devrimci mücadele içinde bizler çeşitli halkların yukarda belirttiğimiz temeldeki hakları için ortak mücadele içinde yer aldığımızda, “bir tek biz Ermeni ve Rum kökenliler, köken ve tarihsel haklarımizi açtığımızda dışlandık. ” Gavur, arkadan vuran, vatan millet bölenler, düşmanla işbirliği yapanlar diye, adlandırıldık (en azından el altından, hem de en keskin devrimci cevrelerde). .

Biz burada ne Filistin halkının haklı mücadelesini küçümsüyor, ne de İsrail halkının yaşam hakkına öncelik tanıyoruz. Öncelik veya sıralama gibi kategorik ve taktiksel oyunlar veya tercihler biz Hemşin Ermenilerinin litaratüründe yoktur. Bir yanlış

anlaşılmayı önleme anlamında bunu bilhassa belirtmek isteriz.

Bizler yüzyıllardır, her adı sanı şu veya bu millet ve halkların topraklarımız ve yaşam alanlarımız üzerindeki çekişme ve çıkar çatışmalarının kurbanı olmuş bir halklar grubu Armenler ve onu oluşturan grupların devamı olarak, bugünde üzerinde darmadağınık yaşadığımız, kültürel ve existensiel var olma mücadelesi verdiğimiz alanlarda yaşanan çıkar mücadeleleri dışında tutulmamızı (Azeri petrolleri, Cevak bölgesi, Hemşin tarihi bölgeleri, tarihi Ermenistan) kabul etmiyoruz. Bütün bu tarihsel oldubittiler, ne demokratlıkla, ne internasyonalizmle, ne de mücadelenin bugünkü öncelikleriyle bağdaştırılamaz. Gücümüz ve ömrümüz yettiğince biz buna karşı da mücadelemizi verecek ve sesimizi duyuracağız.

9 bin yıldır bu topraklar üzerinde yasamış ve tarihsel gelişimi nedeniyle, kendi yasam alanını savunma temelinde, genelde barışçıl bir toplum olan Armen kökenli halkların devamı olan bizler tarihten silinme ile karşı karşıyayiz. Bunun kabul edilir bir gerekçesi, nedeni ne olursa olsun, bizler tarafından ikincildir. Tarihsel yaşama ve var olma hakkımız da birincildir. .

Selamlar

Hemsin Basköylü Ermeni

Yorumlar kapatıldı.