İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Farklılıklarımızla” bir arada yaşamak – II

Ferhat Kentel

Geçen haftaki yazıyı, “özgünlüklerimizin”, “farklılıklarımızın” aslında pek de “özgün” olmadığını belirterek bitirmiştim. Burayı biraz daha açmaya çalışayım.

Bir arada yaşaması söz konusu olan “farklı kimliklerimizi” ele alalım. Biz -özellikle modern zamanlarda- çoğunlukla “yaptığımız şeylerin” bir kısmını “özgün” bir kimlik olarak benimsemeyi öğreniyoruz. Sadece biz değil; başkaları da o yaptığımız şeylerin bir kısmıyla bizi o kimlik altında görüyorlar.

Mesela namaz kılıp, oruç tutarız, başörtü takarız; “Müslüman” olarak biliniriz. Halbuki, biz aynı zamanda okula gideriz; sınavlara gireriz, not alırız. İşe gideriz; çalışırız, gömlek, pantalon üretiriz, sendikaya üye oluruz. Alışveriş yaparız, tatile çıkarız, evleniriz, çocuk yaparız. Ama bunları yaparken Müslüman olarak “ayırdedilmeyiz”. Öğretmen, patron veya alışveriş yaptığımız esnaf nezdinde bizim “Müslüman” olmamız değil; öğrenci, işçi veya tüketici olmamız önemlidir.

Bu arada bizi “Müslüman” olarak en çok görünür kılan namaz kılmak, oruç tutmak veya başörtü takmak Allah’a teslim olma sürecinde attığımız adımlardır. Başka pratiklerimizin yanı sıra bu pratiklerimizle başkalarına değil; Allah’a yöneliriz. Bunun için de bir kimliğe, üzerimize geçirdiğimiz bir “elbiseye” ihtiyaç duymayız; çünkü Allah ve kul ilişkisi içinde hem bütün yaptıklarımızla (yani sadece namazla, oruçla değil) dopdoluyuzdur hem de çırılçıplak bir haldeyizdir.

Ama insanlarla ilişkilerimizde, toplumsal ilişkilerimizde hem bu doluluğumuz boşalır (sadece bir-iki cepheden görülürüz) hem de çıplaklığımızı saklamak üzere kat kat giyiniriz, kimlikler ediniriz.

Bunun gibi, başka örnekler de verilebilir. Bir çok şey yaparken, aynı anda bir çok şey olurken, karmaşıklık içinde performanslar sergilerken, bunlardan hep sadece bir kısmı öne çıkar ya da öne çıkarmamız istenir.

Topraklarımızdan, köyümüzden sürülmüşlüğümüz, fakirliğimiz, büyük şehir cangılında varolma savaşı vermemiz görünmez olur; sadece “Kürt” oluruz. Hatta bizim dilimizi konuştuğu, bizim adımıza mücadele ettiğini söylediği için bir örgütün adı bize de yaftalanır; PKK’lı olarak adımız çıkar.

“Dişil” biyolojik yapıya sahip olarak, cinsel faaliyetlerden farklı bir zevk alırız, çocuk doğururuz, aybaşı oluruz; bunların yanı sıra aynı anda teyze, yenge, hala, anne, kızkardeş, babaanne, anneanne, eş, torun ya da müdür, işçi, öğrenci, sanatçı olabiliriz ama sonuda sadece erkeklerin “namuslarının” sembolüne dönüştürülürüz.

“Kimlik” olarak adlandırılan bütün “özgünlükler” aslında bir sembol yoğunlaşmasıdır. Ve bunların en bariz örnekleri de toplumda varolan iktidar ilişkileri içinde daha çok baskın pozisyonda olanlar tarafından görünür kılınır ve başkalarından da bu sembollere uymaları beklenir.

Üniforma böyle bir sembol yoğunlaşmasıdır. Kravat da böyle bir yoğunlaşmadır.

Bu üniformalara, sembollere nasıl uyum sağladığımızın çoğu zaman farkına da varmayız. Üstelik çoğu zaman bu semboller üniforma gibi somut, elle tutulur şeyler değildir. Bazan hareketlerimiz, vücut dilimiz de aynı işi görürler.

Mesela erkeklerin “erkek” kimliğini göstermek için kullandıkları –kullanmaya itildikleri- semboller gibi… Yüzlerce mimik, vücut diline eşlik eden jestler, yürüme tarzı, cümle yapıları, kullandıkları kelimeler, küfürler gibi… Ama bunlar arasında belki en bariz olan apış arasını uluorta karıştırmaktır. Bu hareket sayesinde etrafa “benim de önümde bir çıkıntım var” denilir. Özellikle erkekliklerini ispat etmek gibi çetin bir sınav geçiren genç erkeklerde bu daha sık görülür.

Kuşkusuz bu harekette, erkek vücut yapısının, üzerine geçirilen kıyafetlerle uyum sorunu ya da geçici fiziksel rahatsızlıklar (terleme, mikrop kapma, kaşınma, yerleştirme vb.) rol oynayabilir ama daha da çok, o genç insan, erkek olması için o kadar çok baskı altındadır ki, bir müddet sonra, “işte ben erkeğim” diyerek sokaklarda dolaşmaya başlar; evinde annesine, kızkardeşine, evlendiğinde karısına ya da sokakta diğer kadınlara karşı bu kimliğini göstermeye çaba harcar.

Tek bir boyutta kimlik sahibi olmaya itilen her insanın kendini göstermek üzere yaptığı bir takım performanslar vardır. Bu sembolik performanslar sayesinde de “kimlik” ortaya çıkar… Ve işte o zaman “kimlik”, bir yandan diğerleri tarafından “dışlanırken”, aynı zamanda diğerlerini “dışlar”…

Kendi üzerimize ya da başka bir grup insanın üzerine bir etiketin yapıştırılmasıyla “özgünlük” ilan etmek ise ancak totaliter bir tahakkümün kurulmasıdır. İşte tam da böylesine oluşmuş bir kimliğe eşlik eden “dışlama” ve “dışlanma” dinamiği nedeniyle “farklı” / “özgün” olmayı başka bir şekilde kurgulamak bana daha anlamlı görünüyor. Ya da “özgünlüğü”, dışlamayan ve dışlanmayan bir şey olarak yeniden tanımlamak gerekiyor. Örneğin, özgünlüğü sembollerle yoğunlaştırılmış bir “öz”e indirgememek gibi… Özgünlük belki de sahip olduğumuz çoğul ilişkilerin “özgünlüğündedir”… Hatta bu nedenle her insan teki “özgün”dür.

Paylaşılan ve içiçe geçen bir takım “ilişkiler” içinde, gündelik hayatta, özel hayatta böyle bir özgünlüğü yaşatabilecek potansiyel mevcut görünüyor. Kimliklerimizi “sergilediğimiz” kamusal alanın takır tukur, kategorize eden “ciddi” tanımlarla düzenlenmesi ve “hoşgörü”, “sevgi” gibi bir takım kavramların ise sadece özel alana bırakılmış olması bile bu potansiyele işaret ediyor.

Ama kamusal alana çıktığında sadece “kendine”, kendi içine, tanımlanmış sembolik cemaatine hoşgörüyle bakan, “kendini” affeden, unutan ve kendini öne çıkaran kimliklerin istedikleri kadar “birlikte yaşayalım” desinler, bunu pek de becerebileceklerini zannetmiyorum.

Bu nedenle, varolan iktidar ilişkileri içinde ortaya çıkmış “sembolik özgünlüğümüzü” mütavazılaştırmakla işe başlamak daha anlamlı geliyor bana… Çünkü köşeli ve kurallı olarak tanımlanmış bir özgünlük bizi bir köşeye sıkıştıracak demektir. Bu da en kabaca kendimize yabancılaşmamız anlamına gelecektir… Kurallarla, sembollerle keskinleşmeyen bir özgünleşme ise öteki olarak sunulmuş olana “kendimizden bir parça” gözüyle bakarak sağlanabilir.

Not: Bu yazı, Gülbaba’daki arkadaşlarımla yaptığım tartışmalardan, Judith Butler okumalarımdan, yıl içinde olağanüstü verimli tartışmalar yaptığımız ve yıl sonunda muhteşem ödevler veren öğrencilerimden ve şu anda yazarını (kendisi kusura bakmasın) ve adını hatırlamadığım bir gazete / dergi / internet yazısından esinlenerek yazıldı. Ve tabii ki bütün bu kaynaklardaki zenginlik buraya yansımadı.

Yorumlar kapatıldı.