İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

NİYET YETMEZ, EMEK VERMEK GEREK

Ayşe Günaysu

Irkçılık, ayrımcılık, ırkçı önyargılar ve genellemelerle mücadelenin önünde sayısız engel var şühpesiz. Bunların bence en önemlilerinden birisi muhaliflerden gelen direnç. “Bu konuda eleştirilebilecek en son kişi ben olabilirim” isyanı. O kadar sert bir kaya ki bu, eleştirinin hedefine ulaşmasını imkansız kılıyor ve diyalog daha başlamadan kesiliyor.

Oysa ırkçı önyargılar ve genellemelere karşı hiçbirimiz şerbetli değiliz. Bunun aşısı da yok, yüzde yüz bağışıklık sağlasın. Seçici algı, çok çeşitli faktörlere bağlı düşünsel filtreler, genellemeye yatkınlık, duygusallık, korkularımız ve endişelerimiz, akıl yürütme biçimimizi ve kanaat oluşturma süreçlerimizi etkiliyor. Solculuk, sosyalistliklik, insan hakları savunuculuğu, genel olarak muhalif kimliğimiz, hatta bizzat bir ırkçılık mağduru olmamız, ırkçı önyargılara karşı bizi donanımlı kılsa bile, otomatik bir güvence sağlamıyor. Bu nedenle dokunulmazlık da kazandırmıyor, sıradan insanlara kıyasla bir üstünlük de. Ayrıca kimse, örneğin haklarını savunduklarımız ve uğruna mücadele ettiklerimiz bize borçlu da değildir. Yani verdiğimiz mücadele bize herhangi bir ayrıcalık getirmiyor. Bu yüzden eleştiriden muaf olamayacağımız gibi, böyle bir talebimiz de olmamalı. Eleştirildiğimiz zaman hakkımızın yendiği duygusunu kapılma iznini vermemeliyiz kendimize. Bu yüzden ırkçı önyargılar ve genellemeler konusunda kendini sorgulamak , eleştiri karşısında nefret yerine eleştiriye kulak vermek, merak etmek, öğrenmek istemek, bilmediğimiz şeyler olabileceğini baştan kabul etmek gibi hasletlere sahip olunmadan gerçek bir ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı olmak mümkün değil.

Arus Yumul, TESEV yayınlarından Türkiye’de Çoğunluk ve Azınlık Politikaları: AB Sürecinde Yurttaşlık Tartışmaları (Aralık 2005) kitabındaki “Azınlık mı Vatandaş mı?” başlıklı yazısında, “azınlık”lara karşı ayrımcığın yakın tarihini özetleyip süreci bugune getiriyor ve ayrımcılığın aldığı çeşitli biçimlere kısaca değiniyor. Onun şöyle bir değinip geçtiği saptamalarından, ayrımcılık ve önyargıların nasıl sınır tanımayan, siyasi tercih, kimlik gibi ayrıcalıklara yüz vermeyen akışkan bir şey olduğu sonucunu çıkarmak da okuyucuya kalıyor.

Arus Yumul 90’lı yıllarda siyasi seçkinlerin söylemini analiz ederken, “Gayrımüslimlerin korunup kollanması gereken değerli, ezoterik objeler olarak yeniden kurgulanması”na değiniyor ve “gayrımüslimlerle yaşamış olmak, onların hayatlarına tanıklık etmiş olmak, hatta gayrimüslim komşusu/arkadaşı olmak birer statü sembolüne dönüştü” diyerek, “butik çokkültürcülüğü” olgusuna dikkat çekiyor. Bu, “etnik restoranların, festivallerin ve ötekiyle göze çarpıcı şık bir flörtün çokkültürcülüğüdür”. Türkiye özelinde bu çeşit çokkültürcülük, “gayrımüslimler[in] farklı kültürleri, mutfakları, ayinleri, dilleri, müzikleri, edebiyatları ile ülke kültürüne renk, zenginlik ve derinlik katan insanlar olarak kurgulandı. ….. ‘Cemaatlerin promosyonu’ önplana çıktı.

1994 yılında bir grup kadın çok inanarak “Arkadaşıma Dokunma” kampanyasını başlatmış ve iki yıl kadar sürdürmüştük. O zaman, bu kampanya çerçevesinde kullandığımız söylemin aslında ayrımcılığın incelmiş bir türüne hizmet ettiğini ayrımcılığa karşı bayrak açmış kadınlar olarak hiç ama hiç düşünemezdik. Oysa Arus Yumul’un işaret ettiği gibi “Küçüklüğümde Rum, Ermeni, Yahudi komşularımız vardı. Sonra biz Müslüman kökenliler onları korkuttuk, sindirdik, çoğunu kaçırdık. Ben Şeker Bayarmı ve Newroz gibi Paskalya ve Hamursuz’u da öğrenmek, hatırlamak ve kutlamak istiyorum” gibi bir söylemin nerelerden beslendiği ve ucunun nerelere gidebileceği aklımıza bile gelmiyordu. Arus Yumul’un örnek olarak verdiği bu sözler, 19-26 Mart tarihli Express dergisinde yayınlanan Ayşe Düzkan’ın sözleriydi ama sadece Ayşe Düzkan’ın değil, çoğumuz hissiyatımızı böyle ifade ediyorduk.

Kısacası söylemek istediğim, ırkçı önyargılar, genellemeler, ayrımcılığın çok çeşitli inceltilmiş “rafine” biçimlerinden azade olmak, bir “niyet” meselesi değil. Yani ayrımcılığa karşı bir irade beyan etmek, ayrımcılığa karşı olmayı seçmekle iş bitmiyor, “Karar verdim oldu” denecek bir şey değil bu. Emek vermek gerek. Kim ne demiş, kim ne diyor diye merak edip okumak, öğrenmeye çalışmak, kendine iltimas geçmeden ve hiç durmadan sorgulamak, bir de, belki de en önemlisi, bir önkoşul olarak alçakgönüllü olmak gerek.

Yorumlar kapatıldı.