İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Dindarlığın yumuşak karnı

Etyen Mahçupyan

Alevi çocukların okullarda zorunlu din dersine tabi olmaları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açılmış olan dava beklendiği üzere gündeme alındı. Eylül ayında görüşülüp karara bağlanacak olan müracaat, Alevilerin Sünni yaklaşıma sahip olduğu düşünülen bir tedrisata maruz bırakılmaması gereğine dayanmakta. Türkiye bu noktada epeyce çelişkili bir pozisyon savunuyor: Bir yandan “biz din değil, din kültürü va ahlak dersi veriyoruz” denmekte; öte yandan bu derslerden muaf olmak için ‘Müslüman olmama’ şartı aranmakta. Diğer bir deyişle söz konusu dersin ‘Müslümanlar’ için olduğu çok açık. Bu durumda Alevilerin ancak Müslüman olmaktan vazgeçme halinde tedrisat dışı kalabilecekleri söylenmiş oluyor… Yani devlet Müslümanlığın tanımını yapmakla kalmıyor; vatandaşlarının hangisinin doğru Müslüman olduğunu da yasa yoluyla topluma empoze ediyor. Böyle bir devlet anlayışının ‘laik’ olduğunun söylenmesi ise tamamen mizahi bir durum. Herkesin bildiği gibi Türkiye’de laiklik, toplumsal kararların yönetici elite teslim edilmesini meşrulaştıran, kamusal alanı bu elitin çevresindeki cemaat lehine parçalayan modernist ve kaba bir regülasyon aracından ibaret…

Ancak burada ilginç olan kendilerine ‘laik’ diyenlerden ziyade ‘Müslüman’ diyenlerin tavrı. Çünkü Türkiye’de Aleviler üzerindeki devletçi tahakkümün en temel destekçisi Sünni cemaatin üyeleri ve temsilcileri… Öyle ki Alevilerin dışlanmasına yönelik mekanizmalar, devletin Sünni cemaati baskı altında tutmasının diyeti gibi işlev görmekte. Diğer bir deyişle sanki Sünni cemaat, Alevilerin hak mahrumiyeti karşılığında kendi hak mahrumiyetlerine razı gelmekte… Bu yargının çok ‘sert’ olduğu düşünülebilir… Gerçekten de Sünni cemaatin siyasi bir strateji içinde böyle davrandığını iddia etmek mümkün değil. Ama ataerkil zihniyeti biraz tanıyor ve bu genel algılama biçiminin Osmanlı dünyasında nasıl işlevselleştiğini biliyorsak, şu anki durumun nasıl bir kabullenme süreci içinde kendiliğinden bir cemaat siyasetine dönüştüğünü de görebiliriz.

Osmanlı’nın hoşgörü örneği olarak verilen millet sistemi konuşulduğunda nedense hep Gayrımüslimler örnek verilir. Oysa imparatorlukta yüzyıllar boyunca yaşayan Aleviler, ya millet hiyerarşisinin en altında yer aldılar, ya da çoğu zaman görünmezden gelindiler. Bunun nedeni Alevilerin Müslüman olmasıydı… Çünkü Osmanlı düzenine meşruiyet sağlayan İslamiyetin sadece tek bir yorumu meşru sayılırken, farklı yorumların ezilmesi temel bir siyaset, yani bir beka meselesi olarak algılandı. Ancak buradaki mesele sadece yönetici elitin gücünün devamlılığı değildi… Ataerkil zihniyet otoriter yaklaşımdan farklı olarak, dünyevi gücün elde tutulmasını değil dünyanın yorumlanması üzerinde tekel gücü oluşturmayı hedefler. Maddi olanla manevi olanı, dünyevi olanla ilahi olanı bütünleştiren bir anlama modelinin gereksinilmesi, her varlığı kendi içinde anlamlı ve biricik kılan ama onları sarsılmaz bir hiyerarşiye oturtan bir algılama sistematiği gerektirir. Dolayısıyla ataerkil zihniyetteki insanlar için herşeyin anlaşılmasına ve açıklanmasına yönelik rakipsiz tek bir ideolojik bakış söz konusudur. Bunun ideolojik anlamı dinin sadece tek bir yorumunun makbul sayılmasıdır…

Batıdaki kanlı mezhep çatışmalarının arka planındaki anlam dünyası buydu… Osmanlı’daki isyanların ve bastırmaların dayanağı da bu zihniyettir. Ataerkillik bugün hala Türkiye’de gücünü korurken dindarlar farklı dinlerin mensuplarına ‘höşgörü’ gösterebiliyor çünkü onları kendi evren yorumlarına yönelik bir tehdit olarak algılamıyorlar… Kendi dinlerini farklı yorumlayanları ise hazmedememek bir yana, onları devlet gücüne yaslanarak ya asimilasyona ya da toplum dışı kalmaya zorluyorlar…

Yorumlar kapatıldı.