İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Biri `milliyetçilik´, öteki `dincilik´ adına…

Altan Öymen

Şiddetin her alandaki örnekleri artıyor: Yolda, okulda, maçta, ailede… Bir de siyasi şiddet olayları var: ‘Ben milletin çıkarını koruyorum’ diye toplantı basanlar… ‘Ben bunu dinim için yapıyorum’ iddiasıyla suç işleyenler… Politikacıların bir kısmı ise onlara karşı sesini yükseltemiyor

Olay önceki günkü Radikal’in manşetindeydi. Üç fotoğrafla birlikte şu başlıkla özetlenmişti:

“Bu zorbalara kim dur diyecek?”

Olayı izleyen Radikal muhabiri İsmail Saymaz’ın ayrıntılı haberini okuyunca, bu sorunun ne kadar isabetli olduğu, daha iyi anlaşılıyordu.

Başlıktaki ‘bu zorbalar’ sözüyle kimlerden söz edildiği belliydi. Saymaz, onların daha önceki marifetlerini de, fotoğraflarıyla hatırlatmıştı:

6 Eylül 2005’te, Beyoğlu’nda açılan 6-7 Eylül olayları sergisini basmışlardı. Sergideki fotoğrafları yumurta yağmuruna tutmuşlardı.

17 Aralık 2005’te Orhan Pamuk’un duruşmasında dinleyicileri tartaklamışlardı. Hâkimi etkilemeyi hedefleyen sloganlar atmışlardı. Pamuk’un arabasına saldırmışlardı.

8 Şubat 2006’da Ermeni Konferansı’nın ertelenmesini eleştiren gazetecilerle kavga çıkarmışlardı.

17 Mayıs 2006’da Hrant Dink’in sanık olduğu duruşmada sanığa ve avukatlarına saldırmışlardı.

7 Haziran 2006’da Perihan Mağden’in duruşmasında olay çıkarmışlardı.

23 Haziran 2006’da 2’nci Karakin’in Heybeliada’ya gidişine karşı eylem düzenleyip bir kadını tokatlamışlardı.

Son olarak da işte üç gün önceki 6 Temmuz Perşembe günü, TESEV’in bir toplantısını basmışlardı. Toplantı, güneydoğudaki bir göç çalışmasının sonucunu açıklamak için düzenlenen bir kitap tanıtımı toplantısıydı.

Saldırganlar, çalışmayı yapan kadın araştırmacının babası dahil, önlerine çıkanları tokatlamışlardı. Toplantı, can güvenliğinin sağlanamadığı gerekçesiyle ertelenmişti.

***

Evet, kim ‘dur’ diyecek ‘bu zorbalar’a?..

Radikal’in başlığındaki bu soru çok yerindeydi. Çünkü onlara şimdiye kadar, aynı nitelikteki eylemleri sırasında doğru dürüst bir ‘dur’ diyen olmamıştı.

Bir iki istisna durumu hariç, hem güvenlik güçlerinin müdahalesi, hem de adli soruşturmanın yürütülmesi, geç ve yetersiz kalmıştı.

İktidardaki ve muhalefetteki partilerin sözcülerinden hiçbiri olaylara enerjik bir şekilde karşı çıkmamıştı.

Hatta bazı partilerin bazı mensuplarından, bu hareketlerin içinde ve yanında yer alanlar görülmüştü. Bunu yapmayanlar da, olayları görmezlikten gelen bir tutum içine girmişlerdi.

Çünkü hareketleri düzenleyen gruptakiler bunu ‘milliyetçilik’ adına yaptıklarını söylüyorlardı. Amaçlarının, “Devletin çıkarlarına aykırı durumları önlemek” olduğunu öne sürüyorlardı.

‘Milliyetçilik’ gibi, ‘devlet çıkarını korumak’ gibi iddialarla karşılaşınca, o iddiaların karşısına çıkmaktan kaçınır bazı politikacılar.

“Ne olur ne olmaz. Bize milliyetçilik karşıtı derler. Devletin çıkarlarını korumuyor derler” gibi ‘tehlikeler’ geçer akıllarından… O konularda tartışmaya girmektense, sessiz kalmayı tercih edebilirler. O sessizlik bunun sonucu olabilir.

Oysa o iddiaların ciddi bir şekilde sorgulanması gerekir. Hangisi milletin ve devletin çıkarına daha uygundur:

Ülkemizde herkesin, kendi görüşüne karşı görüşlerin de söylenmesini doğal karşılayabildiği bir özgürlük ortamının var olması mı? Yoksa, o ortamın mahkeme salonlarına, üniversite konferanslarına, kitap tanıtma toplantılarına baskınlar düzenleyerek yok edilmesi mi? Düşünceye, düşünceyle yanıt vermek yerine, küfürle, tekmeyle, tokatla, tükürükle saldırılması mı?..

Yirmi birinci yüzyılın içindeki hiçbir ciddi siyasi partimizden, bu iki seçeneğin ikincisinden yana olanları alkışlaması, elbette beklenemez. Bunca tecrübeden sonra hepsinin artık, özgürlükçü demokrasi ilkelerinden vazgeçmenin zararlarını biliyor olmaları gerekir.

Ama siyasi partilerin, bunu sadece biliyor olmaları, özgürlükçü demokrasi ilkelerini korumaya yetmiyor. O ilkeleri çiğneyenlere karşı tepkilerini, hiçbir siyasi hesabın etkisi altında kalmadan, açıkça ortaya koymaları gerekir.

***

Şiddet, tabii, sadece ‘milliyetçilik’ iddiasıyla ortaya çıkan belirli gruplardan gelmiyor. “Dini koruyorum” veya “Dinin gereğini yerine getiriyorum” diye ortaya çıkan ‘şiddetçi’ler de eksik değil. Bunlardan bazısı çok daha kaygı verici sonuçlara yol açmıştır.

Siyasi partilerimizin o şiddetçilere karşı da yeteri kadar açık olmaları ve tepkilerini belirginleştirmeleri gerekir.

Danıştay cinayetinin hemen sonrasında, cinayeti işleyen kişi için hafifletici neden aramaktan, suça başkalarını da karıştırma çabalarına kadar yapılan bir sürü yanlışın etkileri sürüyor.

Bunda, iktidarda bulunan partinin, ‘İslamiyet’ ile ‘suç’ arasında bir bağlantı kurulmasını önleme ‘insiyak’ının rol oynadığı öne sürülebilir. Aynı şekilde Trabzon’da , İzmir’de ve son olarak Samsun’da, Hıristiyan din adamlarına karşı, biri cinayetle, biri yaralamayla sonuçlanan saldırıların failleri için de, “psikolojik rahatsızlık” gerekçesinin öne sürülmesinde acele edilmiştir.

Fakat bunlar doğru da olsa, bu ve benzeri saldırıların en az bir kısmının, kendilerinde bir ‘dini misyon’ vehmeden kişilerin eseri olduğu anlaşılıyor.

Bu durum karşısında, ‘İslamiyet’le ‘suç’ arasında bir bağlantı kurulmasını -haklı olarak- önlemek isteyenlerin yapacağı şey, suç işleyenlere hafifletici neden aramak değildir. Suç işleyenleri çok açık bir şekilde kınamaktır. Suçtan zarar görenlerin yanında yer almaktır. Ve İslamiyet’in suç işlemeye asla izin vermediğinin, hem ülkemizde, hem de başka ülkelerde anlaşılmasına imkân vermektir. Diyanet işlerinin o yolda çalışmaları vardır. Onların yoğunlaşmasının teknik olanaklarını sağlamaktır.

Başbakan, şu sırada demeçler verdiği Batı basınındaki bazı yorumlara bakmalıdır. İslamiyet’in bir ‘cihatçılık’ haline getirildiğini,

-Türkiye’de dahil- tüm İslam ülkelerinde Batı düşmanlığının arttığını ve ‘şiddet’in teşvik edildiğini ileri süren yazarlar var.

Bu yorumların yanlış olduğunun görülmesi için, Türk politikacılarının -başta iktidar politikacıları olmak üzere- her türlü şiddete karşı tutumlarının hiçbir yanlış anlaşılmaya meydan vermeyecek kadar kesinleşmesi ve belirginleşmesi, büyük önem taşıyor. Hem Türkiye için, hem de İslamiyet için…

Bu yazıda ‘şiddet’e karşı tepkisi zayıf kalan siyasetçiler eleştiriliyor. Ama burada bir de basın mensubu olarak bir özeleştiri yapalım: Radikal’in manşetindeki bu haber, aynı günkü diğer gazetelerin büyük kısmında hiç yer almamıştı. Niçin? Arkadaşlarımızın gözlerinden mi kaçmıştı, yoksa olayı önemsememişler miydi?.. Veya başka bir neden mi vardı? Nedeni ne olursa olsun, bu da, basının kendi içinde tartışması gereken bir konu.

Yorumlar kapatıldı.