İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yine başladılar

Gündüz Aktan

12 Haziran toplantısı vesilesiyle Rumlara havaalanları ve limanların açılmayacağı bir kere daha bildirildi. Karşılığında AB de bunun bir hukuki taahhüdümüz olduğunu vurguladı. Bu durumda Rehn’in tren kazası dediği müzakerelerin kesilmesine yol açacak bir krizin en geç aralık ayında çıkacağı anlaşılıyor.

Bu kaza AB’nin bilinçli politikası sonucu olabilir. Zira geçen yılın sonbaharında bu tutumumuz Komisyon’a iletildiğinde müzakerelerin kesilmesi ihtimalinden hiç söz etmemişler, hatta bizi haklı bulmuşlardı.

Kaldı ki AB hukukçuları, Türkiye’nin ek protokolü imzalamasının uygulamayı garanti eden bir hukuki taahhüt olmadığını bilirler. Bir anlaşmayı imzalayan hükümetin girdiği ‘hukuki’ taahhüt, o anlaşmanın onaylanması için elinden geleni yapmaktan ibarettir. Ama onay makamı parlamento anlaşmayı reddedebilir. Türkiye, ek protokolü imzalamadan önce AB, KKTC üzerindeki ambargoları kaldıracağına söz vermişti. Bu ‘siyasi’ taahhüt yerine gelmeden protokolün Meclis’e sevki onay verilmemesiyle sonuçlanacaktır.

Bu arada bir kesim de KKTC üzerindeki ambargolar kalksa dahi, havaalanları ve limanlarımızın açılmasının Rumları tanıma anlamına geleceğini söylüyor. Bu doğru olsaydı ambargoların kaldırılması da KKTC’nin tanınması anlamına gelirdi. Sorun çözümlenmeden böyle bir tanımaysa lehimize olurdu. Hükümetin milli çıkarları yeterince kollamadığı yolundaki izlenim, dış politikada her adıma karşı çıkma sonucunu veriyor. Ülkeyi dış politika yapamaz hale getirmekten kaçınmalıyız.

Tren kazasına ilişkin AB kaynaklı uyarılar üzerine, AB sevdalıları eski teraneye döndüler. Havaalanları ve limanlarımızı açmamızı ve bu suretle kazayı önlememizi savunuyorlar. Rumların artık AB üyesi olduğu ve bizim (isteklerini karşılamaktan başka) yapacak bir şeyimiz olmadığı yolundaki savlarını tekrarlıyorlar.

Tabii yeni savları da var. Ambargoları AB değil Rumlar koyduğu için ‘AB’nin yapacağı fazla bir şey yok’ diyorlar. Yani AB Rumlara ‘Ambargoları kaldırın’ diyemiyor ya da ambargonun konduğu uluslararası kuruluşlarda ambargonun kalkması için çaba sarf edemiyor.

Bir başka sav da limanlarımıza gelecek gemilerin Rumlara ait olmadığı. Yani limanları açarsak Rumları ödüllendirmiş olmayacağız. Konu sanki bu.

Tabii en güçlü olduğunu sandıkları sava da sık sık dönüyorlar. 2002 Aralık Kopenhag zirvesinde Annan Planı’nın ikinci versiyonunu kabul etmiş olsaydık şimdi sorun çözümlenmiş olacağını ileri sürüyorlar. Oysa bu versiyon, Kasım 2002’de yapılan bir aylık bir müzakereden sonra oluşturuldu ve Türk tarafına iki gün (evet iki gün) içinde okuyup değişiklik dahi önermeden kabul etmesi için bir ültimatom gibi sunuldu. Metnin yarısı boş sayfaları daha sonra Rum tarafının AB üyeliği için çıkardığı yasalarla doldurulacak ve ekine de yine Rumların başka ülkelerle yaptığı 1000 civarında anlaşma eklenecekti. Türk tarafının bunları da görmeden kabul etmesi istendi. Bırakın tüm diğer sakıncalarını, böyle bir baskıya boyun eğmek tek kelimeyle ‘haysiyetsizlik’ olurdu.

Bu konuda sorumluluk tümüyle AB’ye ait. Çıkış yolunu bulmak da AB’ye düşer. Bu nedenle Türk-AB ilişkileri bozulacaksa, bize düşen Rumlarla gelecek hayatlarında onlara mutluluk dilemekten ibaret. Eğer AB
ile müzakerelerin kesilmesi mukadderse, Kofi Annan’ın da diplomatik dille söylediği gibi, bunun AB’nin yanlış politikası yüzünden olması uygun olacak.

Bu arada AB üyelik sürecinin devam etmesi ya da ediyor gibi görünmesini ekonomimiz (daha doğrusu borsamızın sağlıklı işlemesi) için gerekli görenlere yeni bir görev düşüyor. ‘Sonbaharda nasılsa bir ülke, örneğin İngiltere, çıkar, uygun bir formül bulur ve yolumuza devam ederiz’ yaklaşımına rağbet etmesinler. Daha şimdiden, AB müzakere süreci akamete uğrasa dahi Türk ekonomisine bir şey olmayacağı, AB çıpası olmadan da ayakta durabileceğimiz mesajlarını inandırıcı biçimde vermeye başlasınlar.

İnandırıcı olmak için de, bunun mümkün olduğuna önce kendilerini inandırsınlar. Çünkü olacak olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.