İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

`İstanbul´da Buluşma´nın Ardından

“İstanbul’da Buluşma” Konferansı, tüm dünyadan pek çok derneği, akademisyeni, gazeteciyi bir araya getirdi. Son bir yıldır düzenlenen Ermeniler, Kürtler ve son olarak Rumlarla ilgili konferanslar, önemli bir “sessizlik bozma” işlevi üstleniyor.

——————————————————————————–

BİA Haber Merkezi

03/07/2006 Talin SUCİYAN

——————————————————————————–

BİA (İstanbul) – “İstanbul’da Buluşma: Bugün ve Yarın” Konferansı geçen hafta cuma günü başladı, üç gün boyunca Hilton Convention Centre’da gerçekleştirildi. Genelde azınlıkların, özelde Rumların dünü ve bugünü üzerine yoğunlaşan konferans, Zoğrafyon Okulu Mezunları Derneği, Tesalia Üniversitesi ve Fransız Enstitüsü Anadolu Çalışmaları tarafından düzenlendi.

Böylece, son bir yıl içinde, Ermeni konferanslarının yanı sıra, bir Kürt konferansı, bir de Rum konferansı düzenlenmiş oldu.

İstanbul’da Buluşma Konferansı, adından da anlaşıldığı gibi tüm dünyadan pek çok Rum derneğini, akademisyeni, gazeteciyi bir araya getirdi. İstanbullu Rumlar da konferansın dinleyicileri ve tartışmacıları/konuşmacıları arasındaydı elbette.

İstanbul’daki Rum nüfusu 5 binin üzerinde

Konferansın en çarpıcı haberi, Tesalia Üniversitesi’nden Viron Kotzamanis’in, İstanbul’da altı aydır sürdürdüğü çalışmasının sonucunda şimdiye kadar bin ila bin beş yüz arasında olduğu tahmin edilen Türkiyeli Rumların nüfusunun beş binin üzerinde olduğunun ortaya çıkmasıydı.

Konferansın son gününde dinleyicilerden bu rakamın doğru olmadığının İstanbullu Rumlar tarafından teyit edilmesi dahi teklif edildi. Ancak yeni bir bilimsel araştırma bu bilgiyi çürütmedikçe doğru olanın bu sayı olduğu hatırlatıldı oturum başkanı tarafından.

İstanbul’a göçle gelen yaklaşık 600 Antakyalı Arap Ortodoksa ilişkin tartışmalar da oldukça dikkat çekiciydi. Dini mensubiyet etnik bir mensubiyeti beraberinde getirmiyor, bu durumda da Rumlar tarafından Araplara Rumca öğretilmesi gerekliliği savunulurken, daha eşitlikçi bir tavırla, her iki tarafa da birbirlerinin dilinin öğretilebileceği, yani Rumlara da Arapça öğretilebileceği yüksek sesle söylenemiyordu.

Konferansın son gününde Mete Tunçay, insan haklarından bahsedilirken, Arap Ortodoksların Helenleştirilmesi gibi bir anlayışın aykırı bir durum olduğunu belirterek, Arap Ortodoksların Arapça’yı okuma yazma bilecek şekilde öğrenmeleri gerektiğini söyledi.

İmrozlu Rumlar “müphem vatandaşlar”

Stanford Üniversitesi’nden Elif Babül’ün “İmrozlu olmak: Türkiye Cumhuriyeti’nde Vatandaşlık ve Egemenlik” başlıklı konuşması da bugüne dek nadiren tartışılan bir konuyu, İmrozluların tabi tutuldukları homojenleştirme politikaları çerçevesinde, vatandaşlık haklarının nasıl kesintilerle ve şeffaf olmayan yöntemlerle manipüle edildiğini aktardı.

İmrozlu Rum vatandaşların mülkiyet hakkının tanınmadığını belirten Babül, el koyulan mallarını geri almak isteyen Rumlara, İmroz’u (Gökçeada) turistik olarak ziyaret eden eski adalı Rumlar gibi hoşgörüyle yaklaşılmadığının altını çizdi.

Babül “Vatandaşlık devlete hizmet veren, devletin istediğini yapan şekilde kullanılıyor (…) ve devletin vatandaşa karşı sorumluluğu göz ardı ediliyor” dedi.

Babül’ün dikkati çektiği bir başka önemli nokta da vatandaşlık anlayışının ‘sadık vatandaşlık’ olarak anlamlandırılması.

“Rumlar kendi adaları içinde müphem vatandaşlardır, Kürtlerde de olduğu gibi, yalnızca devlete sadakatlerini ispat ederekten müphem kişi statüsünden kurtulabilirler…”

Böylece Babül, vatandaşlığın nesnel ve herkes için eşit olmayan, bazı vatandaşların daha eşit olduğu bir anlayışın İmrozlu Rumlar üzerinden yeniden üretilmesine dikkati çekiyor.

“Patrikhane Yunanistan’la ilişkilerde bir baskı aracı oldu”

Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Elçin Macar, “Reddi miras: Cumhuriyet Türkiyesinde Rum Patrikhanesi” konulu sunumunda, Elif Babül’ün değindiği noktayı da pekiştirerek, dini ve etnik kimliğin birbiriyle iç içe geçerek tam olarak vatandaşlığın sağlanamadığını söyledi.

Benzer bir durumun Rum Patrikhanesi için de söz konusu olduğunu, Patrikhane’ye “yerinin İstanbul değil, Yunanistan olduğunun” sık sık hatırlatıldığını söyleyen Macar, Megali Idea, Pontus devleti gibi konuların ezelden ebede varolan planlar olarak gösterilmesiyle Türk tarih yazımının bu planlarda hep Patrikhane’yi işaret ettiğini belirtti.

Macar, “İlgisizlik ve bilgisizlik nedeniyle Türk kamuoyu Fener Patrikhanesi’ni dış politikada bir Türk kurumu olarak göstermekte; öte yandan içerdeyse bir Yunan kurumuymuş gibi davranmakta. Patrikhane’yi Yunanistan’la özdeşleştiren anlayış Türkiye’ye karşı yapılan komplolarla ilişkilendirilmekte” diye konuştu.

Yıllar boyunca Türkiye’nin Fener Rum Patrikhanesi’ni Yunanistan’a baskı aracı olarak kullandığını söyleyen Macar, son yıllardaysa Patrikhane’nin Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde ele alındığına dikkati çekti.

Koz ve rehin Rumlar

“Dış Politikada Koz ve Rehin:1964 Rumların sınır dışı edilmeleri” başlıklı bir sunum gerçekleştiren Rıdvan Akar da, Türkiye’deki Rum nüfusun Yunanistan’a karşı koz ve rehin olarak kullanıldığını söyledi.

Akar, 1964-65’te Kıbrıs olayları çerçevesinde Türkiye’nin adaya asker çıkarma gücü olmadığından Rumları bir koz olarak kullanarak Yunanistan’a baskı yapmaya çalıştığını ve bu baskıya Yunanistan tarafından bir yanıt gelmemesi sonucunda toplam 40 bin kişinin, mallarına ve paralarına el konularak sınırdışı edildiğini anlattı.

Sayının özellikle bu denli yüksek olmasının da Yunan vatandaşı olan Rumlarla Türkiye vatandaşı olan Rumların bu farklılıklara bakmaksızın evlenmiş olmaları ve ailelerin bir arada kalabilmek için topyekun gitmek zorunda kalmaları olduğunu ifade etti.

“Özür, ülkemizi yüceltir, soluk aldırır”

Geçen yıl 6-7 Eylül olaylarının 50. yılı için düzenlenen sergi ve sonrasındaki süreç üzerine bir konuşma yapan Sabancı Üniversitesi’nden Dilek Güven, bu serginin protesto edilmesinin dışında, sergi defterine yazılanların çok önemli olduğunu söyledi.

Sergi defterine düşülen kayıtlar arasında, bir grup ziyaretçinin bu sergi sayesinde tarihi doğru anlama fırsatı bulduklarını bir başka grubun utancını ifade edenler olduğunu ve en kalabalık grubun ise özür dileyenler olduğunu söyledi. Emekli bir öğretmen şunları yazmış deftere ‘Türkiyenin kendi tarihini kabul etmesi temel koşuldur. Gerçeğin kendi yürüyüşü vardır, en derin kuyulara kapatsanız bile ben buradayım diye bağırır. Devlet büyüklerinin özrü hâlâ eksik. Bu ülkemizi yüceltir ona bir soluk aldırır’ .

Dilek Güven, bu konferanstan sonra Batı Trakyalı Türklerle İstanbullu Rumların ortaklaşa bir konferans düzenlemelerini teklif ederek, bunun iki taraflı milliyetçiliklerin aşılması için önemli bir adım olacağını söyledi.

Bundan sonra ne yapılacak?

Konferans bundan sonra ne yapılacağı üzerine çok fazla değinmemekle birlikte, cemaatin geleceğine ilişkin kaygılar sıklıkla dile getirildi. Vaftizlerin, düğün ve cenazelerin İstanbul’da yapılması gibi zaman zaman kendine nostaljik bakan ya da tamamen duygusal öneriler getirilirken bunların cemaatin geleceğine nasıl bir etki yaratacağı üstünde pek de fazla durulmadı.

Yaklaşık bir yıldır süren Ermeniler, Kürtler ve son olarak da Rumlarla ilgili birer ‘sessizlik bozma’ işlevi üstlenen konferanslardan sonra, bütün ilgili kesimlerin konferans sonrası aşamaları düşünmesinin, bundan sonra hangi yöne doğru gidileceğinin düşünülmesinin vaktidir. (TS/TK)

Yorumlar kapatıldı.