İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

İstanbul Rumlarının konferansı ve yankıları

Herkül Millas

30 Haziran ile 2 Temmuz günlerinde İstanbul’da ‘Rum Konferansı’ diyebileceğimiz bir toplantı gerçekleşti.

İlan edilen, bu toplantıda İstanbul Rum cemaatinin bugünü ve geleceğinin tartışılacağıydı. Konular da ona göre seçilmişti. Rumların nüfusu, eğitim ve toplumsal sorunları, vakıf ve taşınmaz mülk sorunları, dini kurumlar ve Patrikhane’nin durumu, cemaatin küçülme nedenleri, değişen bir dünyada azınlıkların konumu gibi konular gündemi oluşturdu. İstanbul Rumları bu konuları dünyanın farklı yerlerinden Rumlarla ve toplantıya katılan Türklerle de ele alıp tartıştılar.

Bu toplantıya ben de bir oturumun başkanı olarak katıldım. Bir süre sonra bilimsel bir toplantıdan daha fazla bir şeyin yaşandığını sezer gibi oldum. On yıllarca içine kapanık olarak yaşayan bir azınlık ilk kez dışa açılıyordu. İlk kez daha geniş çevresiyle ilişkiye giriyor, dertlerini paylaşıyor ve söylediklerinin de anlaşılacağına inandığını ilan ediyordu. Cemaat içi tartışmasından çok, bütün toplumun dinleyici olduğu bir ortamda yaşıyorduk. Konuşmalar ya Türkçe idi ya da Türkçeye çevriliyordu. Hiç kuşkusuz hem azınlığın kendisi hem de Türkiye değişmişti. Böyle bir toplantı on yıl önce herhalde yapılamazdı.

‘Bilimselliğin’ aşıldığının başka belirtisi toplantının zaman zaman bir ritüel havasına bürünmesiydi. Rum cemaati yeniden bir araya gelme ihtiyacını dile getiriyordu. Ağırlıklı olarak Atina’dan, ama Avustralya’dan Kanada’ya kadar dünyanın farklı yerlerinden yüzlerce Rum memleketlerine dönmüştü. On yıllarca görüşmemiş olan dostlar, komşular ve sınıf arkadaşları bir araya geldi. Sarılmalar, hatır sormalar, geçmişin hatırlatılması, gülüşmeler, arada kayıpların öğrenilmesi ve üzülmeler, cemaat ruhunun dirilmesi gibi bir şeydi. Zaten bir cemaate bağlı olmak bunun gibi bir şey olsa gerek.

Alkışlanan konuşmalar…

Sonra bir kimliğin dile getirilmesinin itiraf edilmeyen, gizli isteğinin farklı görünümleri ortaya çıktı. Kimileri cemaatimiz sönmesin, yaşamını sürdürsün dedi, kimileri bu yolda ne yaparız diye anlamlı anlamsız öneriler de dile getirdi. Sanırım önerilerin ve sonuçların kendileri ikincildi. Önemli olan bu cemaat üyelerinin varlıklarını seslendirme isteğiydi. Bunun için insanların bir arada yemek yemeleri, Boğaz’da vapurla gezmeleri, hep beraber bir konseri izlemeleri kongre kadar önemliydi. Sanıyorum kongreyi izleyenlerin bir bölümü de dinlemek için değil, toplantıya katılmanın zevkini çıkarmak için oradaydılar. Bir kimliğe sahip çıkma ihtiyacıdır bu. Bu son cümlelerde ironi ya da eleştiri sezenler varsa ne demek istediğimi anlatamadım demektir. Ben bu duygulara sonuna kadar saygılıyım. Her insan ihtiyacına saygılıyım kimseye zararı yoksa.

Bu toplantının tutanakları herhalde yakında yayınlanacak ve konuşulanları okuyacağız. Burada en sevdiğim iki cümleyi hatırlatmakla yetineceğim. Kongrenin açılışında konuşan Patrik Bartholomeos şunu dedi: “Geleceğimiz bütün vatandaşlarımızla ortak bir gelecek olacaktır. Hatta bütün dünya vatandaşlarıyla ortak bir gelecek. Bu gelecek ya böyle ortak olacak ya da hiçbir gelecek olmayacak.” Son konuşmalardan birini yapan Gavroglou da “Biz burada ne istiyorsak Yunanistan’da yaşayan Türk azınlığı için de istiyoruz. Onların da aynı haklarını savunuyoruz. Bu yönde de çaba göstermeyenler ikiyüzlüdür.” dedi. Her ikisi de çok alkışlandı.

Alkışlandıklarını altını çizerek tekrarlıyorum. Çünkü bir kısım basında bu kongre ile ilgili pek de hoş olmayan yazılar çıktı. Kimileri azınlığı politikaya alet etmeye çalıştı. Bu konuda bir iki örnek vereyim. Türkiye’deki gazeteler toplantının bir bayrak protestosu ile başladığını büyük puntolarla ilan ettiler. Olay hemen yanı başımda oldu. Yaşlıca bir bay bir Türk bayrağı açtı ve ‘Burası Türkiye, neden bayrak asmadınız?!’ gibi bir iki cümle bağırdı. Korumalar heyecanlı beyi dışarı çıkardılar. Olay 10-20 saniye kadar sürdü ve kongrenin seyrini bozmadı. Rahatsız olan da olmadı. Münferit bir olaydı. Bu beyin bir memleketlisi de söz alıp olayın ayıp olduğunu söyledi. Aslında buna bile gerek yoktu; çünkü olay önemsizdi. Oysa gazeteler bu olayı gereksiz vurguladı.

Birkaç saat sonra bu kez Yunan Dışişleri Bakanlığı’nın olayı protesto ettiğini duyduk. Meğerse Türkler Rumlara saldırmışmış! Atina’dan telefon edenler ‘Sağlığınız nasıl?’ diye sormaya başladılar! Yunanlı bir gazeteci salonda bulunan Yunan Dışişleri müsteşarına “Neden bu olaya böyle önem verdiniz?” diye sorunca da “Bu olayın üstüne gitmesek sizin gazeteniz bizi suçlayacaktı.” gibi bir yanıt veriyordu. Böylece dış ilişkilerin hangi mantıkla saptandığını anlar gibi olduk.

Basının tutumu üzdü

Bu arada Hürriyet gazetesinde Ertuğrul Özkök’ün okuyucuya yanlış anlaşılacak mesajlar veren şu cümlelerini okuyoruz: “Keşke Yunanistan’dan ayrılmak zorunda kalan Batı Trakyalı Türkler de bu toplantının bir benzerini Atina’da yapsaydı. Artık Yunanlı misafirlerimiz de salona, Yunan bayrağının yanına bir Türk bayrağını asmalılardır.” Oysa tabii ki salonda Yunan bayrağı yoktu ve olmasına da imkan yoktu. Rumların Türk vatandaşı olduklarının hâlâ anlaşılmamış olması gerçekten çok çarpıcı. Yunan bayrağının Rumlar tarafından asılmasını istemek acaba ne anlama geliyor? Hele misyonu haber toplayıp okuyucuya aktarmak olan bir kurumun başı bu tür bilgi ediniyorsa azınlıkların geleceği de pek iç açıcı olmayacaktır demektir. Yani kongre nerede, medya ve politika nerede!

Bu kongreden benim ilk ve temel izlenimlerim bunlardı. Azınlık olmanın pek de kolay bir iş olmadığı. Vatandaş (yani Anayasa’ya göre eksiksiz Türk olan bir kimse) olarak yaşamaya çalıştığında Rumluğun hatırlatılıp ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorsun. Yani memur bile olamıyorsun. Rum kimliğinle cemaat ve azınlık haklarına sahip olmaya çalıştığında ise ‘hepimiz eşitiz’, ‘hepimiz eşit Türk’üz’ söylemiyle azınlık hakları kısıtlanmakta. Kongre işte böyle durumlarla ilgiliydi.

Yorumlar kapatıldı.