İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

UMUT

AYŞE GÜNAYSU

Çok sık duyarız. “Umudunu yitirme, umudumuzu yitirirsek elimizde ne kalır” denir. Umutlu olmak için nedenler sayılır, örnekler verilir. Umut insanı ayakta tutan şey olarak gösterilir.

Gerçekten öyle mi? Gerçekten ne yapıyorsak, bir şeyler umduğumuz için mi yapıyoruz?

İnsanlık tarihinde bütün mücadeleler, sonucundan bir şey umulduğu için mi verildi?

Fransız direnişçiler, öyle hapse girmeyi filan değil, işkenceyle ölmeyi göze alarak yaptıkları sabotajlarla Nazi ordusunu memleketlerinden kovamayacaklarını, en ileri sanayi ürünü tanklarını, uçaklarını, devasa silah fabrikalarını ve korkunun iktidarını birkaç el bombasıyla yenemeyeceklerini biliyorlardı. Filmin sonunu önceden görmüş olmaları da değildi onlara bu cesareti veren. Nasıl olsa müttefikler Nazileri yenecekler diye bir güvence de verilmemişti onlara yani.

Ya da Varşova gettosunda Yahudiler soykırım canavarını alt edebileceklerini umdukları için ayaklanmadılar.

Ya da Mehmet Tarhan’ın şu anda hücrede olmasının neden, bu vicdani red seçimiyle tek başına militarizmi alt edeceğini umut etmesi değil.

İnsan bazen umut ettiği için değil, son derece umutsuz olmasına rağmen, ahlaki nedenlerle karşı çıkar. Çünkü başka türlü yaşayamacağını anlar. Başka türlü yaşarsa hayatının bir anlamı olmayacağını, kendisiyle mutlu olmayacağını, ruhunun bedeni tarafından taşınamayacak kadar ağırlaşacağını, aynada kendi yüzüne bakamayacağını hissettiği için “hayır” der. Bazen kitlenin dışında yalnız kalmayı, bazen de ölmeyi göze alır.

Zaman zaman Türk aydınları arasında Türkiye’den umutlu olmak bir görev gibi ortaya konur. Her şeye rağmen, yavaş da olsa, yalpalı da olsa ilerlendiği kanıtlanmaya çalışır. Örnekler verilir.

Gerçekten Türkiye umut veriyor mu?

Bırakın hükümeti, devlet yetkililerini, karar üreticilerini, kamuoyu oluşturucularını, Türk halkı, örneğin, AB havucu dışında salt adil bir yaşam için daha fazla demokrasi ve daha fazla insan hakları istediğine dair herhangi bir mesaj veriyor mu? Bayrak krizinde gösterdiği, yekpare, coşkulu, kararlı iradeyi linç girişimlerine, ırkçı saldırılara, kadına karşı şiddete, seks kölesi ticaretine, yolsuzluklara, sahtekârlıklara, adam kayırmacılığa karşı gösteriyor mu? Halkın böyle bir irade göstermediği yerde devlet neden işgüzarlık edip demokrasi ve insan hakları konusunda ileri adımlar atsın ki?

78’liler bir kampanya yürütüyor. 12 Eylül döneminde kanıtsız idam edilen Veysel Güney için. Gazeteler yazdı. Türkiye’de yargı bağımsız değildir dediği için yargılanan savcı Mete Göktürk, Veysel Güney’in kanıtsız idama mahkum edildiğini, hastanede ilk ifadesini kendisinin aldığını, Veysel Güney’in görevlilerce feci şekilde dövüldüğü için ağır yaralı olduğunu, infaz gecesi saat 02:00 de ailesiyle ancak birer dakika görüşülmesine izin verildiğini, kucaklaşmalarına bile izin verilmediğini, “sen inandığın dava uğruna ölüyorsun” dediği için abisinin hemen oracıkta kelepçelenip götürüldüğünü, annenin kendini askerlerin ayaklarına atıp, bu oğlumu bari bana bağışlayın diye feryat ettiğini, Veysel’in babasına verilmesini istediği mektubunun da, cesedinin de ailesine verilmediğini anlatıyor.

12 Eylül böyle okumaya, dinlemeye can dayanmayacak öykülerle dolu bir tarih. Türkiye’de bir kamuoyu yoklaması yapılsa 70 milyon içinde 12 Eylül’ün yargılanmasını, hesap sorulmasını talep edecek kaç kişi çıkar? 12 Eylül ertesi Anayasa’sına yüzde 92 evet oyu veren Türkiye o günden bugüne ne kadar değişti?

Evet, 1915’de Musa Dağı’nda 40 gün direnen 7 Ermeni köyünün ahalisinin çok büyük bir bölümü bir Fransız savaş gemisi tarafından kurtarıldı. Evet, Varşova gettosu ayaklanmasına katılanlardan çok az da olsa bir kısmı hayatta kaldı ve İsrail’e geçebildi. Yani, evet, gerçekten de mücadele etmeden kurtuluş mümkün değil ve umut mücadelenin besin kaynaklarından biri. Ama tarih, hiç umut olmadığı halde, sonuçta hiçbir yarar sağlamayacağını bildiği halde sadece vicdanının, adalet duygusunun sesini dinlediği için, temiz kalmayı her türlü yararın üstünde tuttuğu için “hayır” diyenlerin öyküleriyle dolu. Benim kişisel duygum odur ki, bugün Türkiye’de adalet arayışı da gücünü, mutlu son konusunda umutlu olmaktan çok, adaletsizliğe “hayır” demeyi bir ahlaki görev olarak görmekten alırsa daha gerçekçi, daha istikrarlı, daha kararlı ve daha az pragmatik, dolayısıyla daha tavizsiz bir şekilde yürütülecektir.

Yorumlar kapatıldı.