İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Birlikte yaşamak üzerine “çocukça” çeşitlemeler…

Ferhat Kentel

Kendilerini, üstesinden geldikleri dinlerin yerine koyan, modernist ideolojileriyle ortalığı dümdüz eden ulus-devletlerin üzerimizde bıraktığı tarifsiz çarpılmalar var. Dışarıya ve içeriye karşı hayata geçirdikleri model keskin tanımlamalarla dolu. Savaşmadıkları zaman, dışarıda, “karşılıklı saygı”, “tanıma”, “içişlerine karışmama” retoriklerini kullanıyorlar. Beraberce tanımladıkları “uluslar-arası” alanda öncelikli olarak “kendi çıkarlarını”, sonra “karşılklı çıkarlarını” gözetiyorlar. Bütün bu düzenlemeler için “anlaşmalar”, “sözleşmeler” ve “uluslararası hukuklarıyla” daha bilumum “bir arada yaşama” kuralları koyuyorlar…

Ama bu kurallar çok kırılgan. Çünkü “çıkarlar” üzerine kurulu dünyaları aslında birbirleri karşısında her zaman aleste durmayı gerektiriyor ve aralarında oluşturdukları denge her an bozulma riski taşıyor. O yüzden aralarında yaptıkları “müzakereler” zırt pırt tehditler ve şantajlardan geçip kabadayılığa, sindirmeye, savaşa dönüşüyor.

Bu kuralların kırılgan olması da çok normal ve bunun sebebi de modelin içeriye yansıyan biçimi ve ulus devletlerin içeride sürdürdükleri faaliyetler. Çünkü dışarıya karşı “güçlü” olmak için, bu devletler içeride “birlik” kurmak zorundalar. Michel de Certeau’nun tabiriyle, her türlü farklılığı “ihanet” olarak telakki eden bir “birlik takıntısı” olarak olarak tezahür eden bir model bu.

Öncelikle aralarında en güçlü olanların icad edip, diğerlerine dayattığı, ihraç ettiği 200-300 yıllık bir birlik takıntısı… Sonra geçtiğimiz topu topu 100 yıl içinde, bu “icad”ın ihraç edildiği topraklardaki muktedirlerin büyük bir pişkinlikle “bizim modelimiz” diye geçindikleri bir takıntı. İlerleme, laiklik / sekülerlik, eğitimde birlik, cumhuriyet, anayasa, demokrasi, siyasal partiler vb., ne varsa, “uluslar” arası “güç” ilişkileri oyununun bir parçası aslında…

Aynı kelimeleri kullanıp, kendi “iç dinamiklerine”, kendi “özgünlüklerine”, birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını söylemeye çalışan kendi “kimliklerine” göre tanımlanmış, ama birbirlerinden beslenen, birbirleri sayesinde “ayrışmış” varlıklarını sürdüren ulus-devletler…

Bu devletler, sınırların öbür tarafında kalmış akrabaları, aynı dili konuşan, aynı inanca sahip insanları bile birbirinden ayırıp, “sen bu taraftansın!” diyorlar. Onlara, özene bezene düzeltip, rötuşladıkları bir tarihi, kendi tarih yazımlarını dayatıyorlar. 1945’teki Setif Katliamlarını, Cezayir’in bağımsızlık savaşında yaptıkları işkenceleri unutan Fransa’nın; Filistin topraklarını işgal edip, devlet kurmak için giriştikleri terörist eylemleri unutan İsrail’in; Amerika’nın yerlilerini yokeden ABD’nin; Osmanlı’dan bağımsızlığını elde eden Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın; bir yandan işgal kuvvetlerine karşı savaşırken, Anadolu’da kendi halkını hallaç pamuğu gibi atan Türkiye’nin ulus-devletlerinin, velhasıl gerçekleşmiş ya da gerçekleşmek için can atan bütün ulus-devletlerin bitmez tükenmez bir inatla sürdürdükleri bir “unutma” ve “kimlik” yaratma takıntısı var…

İnsanlık tarihi, tabii ki, kazanımlarla, “ilerlemelerle” dolu… Ama işte bu tarih, aynı zamanda unutmalar ve unutturmalarla dolu bir tarih… Ve unutmuş ulusal kimliklerin uluslararası düzeyde “sözde bir arada yaşama” söyleminin içinde yaşıyoruz.

İçimize kadar giriyor bu söylem… Hepimiz “küçük ulus-devletleriz”… Hepimiz tanımlıyoruz kendimizi: “ben”, “o”, “öteki”… “İlişkilerimiz şu şekilde düzenlenecek”… “Şurası aramızdaki sınır”… “Benim özgürlüğümün başladığı yerde seninki biter”…

Bir arada yaşamak, “uluslararası hukuk” benzeri soğuk, farklı kimliklerin çıkarlarına dayalı bir modelle sağlanamaz. Çünkü bu model bizi giderek daha da “bir arada yaşayamaz” hale getiriyor.

Çünkü “uluslar-arası” modeldeki devletlerin tersine, insanlar çıkarlarına, kimliklerine indirgenemez. İnsanların çıkarları, bitmez tükenmez kimlik kurma süreçleri (kimlikleri değil), zayıflıkları, bu zayıflıklar karşısında duyguları, farklı dilleri, anlatma biçimleri, pratikleri vardır. İnsanlar bu pratikler içinde değişir ve bu değişim içinde hiçbir kural onların karmaşık gerçekliğini zapt-u rapt altına alamaz. Bu karmaşık insani gerçeklik ve kurallar ancak elele, bir arada değişmeyi kabul ederek, dondurulmayı reddederek varolabilirler.

Bu türden bir varoluş ancak karşılıklı “hoşgörüyle” sağlanabilir.

Evet, “hoşgörüyle”… Hatta “şefkat” gibi basit duygularla…

Kendinden küçük birine, kendinin haklı olduğunu düşünerek, küçüğe acındığı için gösterilen bir duygu olarak kabul edildiği için, “eşitlik” içermediği için modern entelektüel söylem tarafından reddedilen “hoşgörüyle”…

Çünkü hoşgörü sadece başkaları karşısında gösterilecek bir duygu değildir. Aynı zamanda başkasından da beklenecek bir anlayıştır. Ama daha da önemlisi, hoşgörü kendi içine de dönük bir duygudur. Kendinde bölünmeyi, şizofreniyi reddetmek demektir.

Başkasının ve kendimizin hata yapabileceğimizi kabul etmek ve bunun için anlayış beklemek, af dilemek; anlamak ve affetmektir…

Çünkü gene Michel de Certeau’nun dediği gibi, “bizden farklı olan hiç bir zaman tersimiz değildir”. Yani “ulus” mantığıyla “öteki” olarak nitelendirip, çıkarlarımızı savunmak ve her an bozulabilecek dengeleri korumak için aramızda sözleşmeler, anlaşmalar yaptıklarımız aslında insan veya insanlardır.

Çünkü ailemizle, eşimizle, sevgilimizle, çocuğumuzla böyle sözleşmeler yapmıyoruz. Bu yakın çevremizdeki insanlar tek başlarına, kendi unutturma ve ayrışma tarihlerini yazmıyorlar. Hikayelerimizi kavgalarımızla, sıcaklıklarımızla, affedişlerimizle… ve hoşgörümüzle yazıyoruz…

Hoşgörü çatışma mantığına, kurallar vasıtasıyla dışlama ve dışlanma oyununa karşı olmak demek; çünkü “öteki” bizim karşıtımız değil, bizden bir parça taşıyor… Biz insanlar –devletlerden farklı olarak- karşılaşmalarımızla üretiyoruz. Kadın ve erkek gibi… İçiçe geçerek…

Ayrışmış cinsiyetleri, kimlikleri ya da cemaatleri ve onlar arasında çıkar ilişkilerini öne çıkarmak bunlar arasındaki bütün ilişkileri duygusuz, mekanik bir kazançlar-kayıplar ve dolayısıyla pazarlığa tâbi güç ilişkisine indirmek demek… Onların birbirlerinden ayrılıp iktidar mücadelesi vermeleri demek… Üstelik kendi aralarında “hoşgörüsüz ama eşit” ilişki içindeki iki kimliğin, iki aktörün ya da kadın ve erkeğin “ortak belirlenmelerini”; bu belirlemenin altındaki ortak ezilmişliklerini, dilsizliklerini unutmak demek…. Oysa bu kimlikler ancak karşılaşıp, hoşgörüyle birlikte yaşayabildikleri takdirde “doğuruyorlar”, ve “yaratıyorlar”…

Tabii ki, başka doğurmalar da mümkün… Sperm bankasından, klonlama yoluyla, genetik veya toplum mühendisliği gibi yöntemlerle de bebekler, kimlikler doğurabilir, doğurtabilirsiniz. Ama o zaman bile doğurulan insanlar arasındaki ilişkiyi bilimsel ve rasyonel laboratuvar ortamında ömür boyunca yeniden üretemezsiniz.

Demek istediğim, herkesi eşitmiş gibi kabul edip, eşitlik söyleminin arkasında, güçlü olanların gene güçlü kaldıkları bir “bir arada yaşama” değil; kendi güçlülüklerimizin ve güçsüzlüklerimizin farkına varıp, hoşgörmeyi ve hoşgörülmeyi bekleyen bir “bir arada yaşama”yı düşünmekte yarar var. Anlayışla karşılayan ve anlayış bekleyen; kadınlığımızda erkekliği, erkekliğimizde kadınlığımızı gören yani çok karmaşık olduğumuzu; bu karmaşıklığımızı sabitlemek ve özetlemek değil, kendimizin ve başkalarının yetersizliklerini hoşgörmeye dayanan bir “birliktelik”…

Çünkü ancak o zaman dilsiz, sessiz, gösterişsiz hareketleri keşfedebilir; dayanışma gibi unuttuğumuz bir takım duyguları yeniden keşfedebiliriz.

Ya da en azından şunu soralım kendimize: Dili olmayanlar ne yapacak? Benim dilime, kelimelerime sahip olmayanlar ne yapacak? Sadece şekillerle, hareketlerle, mırıldanmalarla konuşanlar ne yapacak? Örneğin, bir çocuk ne yapacak hoşgörü göstermezsek?

Ya da biz içimizdeki çocuğu öldürmek istemiyorsak?

Yorumlar kapatıldı.