İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Rumlar döner mi?

Mihail Vasiliadis

Geçenlerde Osmanlı Bankası müzesinde Mustafa Ünlü ve Selda Meral’in yapımı olan ‘eski şehirden son havadis’ adlı belgesel gösterildi. Konusu, eriye eritile bir avuç kalmış olan Rum cemaatiydi. Filmin sonunda bir konuşma vardı; onun da konusu ‘Geriye dönüş; mümkün mü?’ idi. Konuşmayı ben yaptım, ardından da gelen soruları cevaplamaya çalıştım.

Salonda bulunanların ekserisi, belli ki, bu insanların İstanbul’dan tamamen yok olmasını istemiyorlardı; hatta varılan sonuçtan sorumlu tutuyorlardı kendilerini; zamanında karşı çıkmamışlardı olaylara; acaba şimdi telafisi mümkün müydü bu hatanın? Giden gelir miydi yokuşlu yoldan…?

Hemen cevap verelim soruya: Boşuna ümide kapılmayalım. Giden gelmez; istisnalar da bu genel kuralı destekler. ‘Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden…’ neden dönsün durup dururken? İyi ama, atıfta bulunduğun mısra ölümün simgesi, diyeceksiniz… Doğrudur; zaten bu insanlar giderken de çoğunun durumu bir ölüden farksızdı. Elinde yirmi beş kiloyu geçmeyen ve içinde ‘zati eşya’dan başka bir şey ihtiva etmeyen tek bir çantayla gitmişlerdi. Genç olarak gittikleri yerlerde zor bir uğraş verdiler; yeni kökler saldılar; yeni bir hayat kurdular/harcadılar; oraları onların da memleketi oldu… Ömürlerinin son kısmını sıla da, doğdukları topraklarda geçirmek isteyenler olacaksa da, buraya yaşamaya değil, ölmeye, atalarının gömülü olduğu aynı mezarlara girmeye gelecekler…

Yazımı buraya kadar okuyanlar beni kötümser olarak niteleyecek belki; hiç olmazsa bu konuda. Acele etmesinler; ben -her şeye rağmen- h‰l‰ iyimserim. Sonun gelmediğine, gelmeyeceğine inanıyorum. Eğer gelecekse de, bu bizler için değil özellikle çoğunluk için bir fel‰ket olacaktır. Bu canım memleketi düşüncesizce çıkmazlara sürüklemek isteyenler için. Hadi biz, eninde sonunda sığınacak bir köşe bulabileceğiz. Ya onlar…?

Rum Cemaatinin muhtaç olduğu dinamizm gençlerde var. Stratejimizi onların üstünde kurmamız gerekir. Onlar bizim gözbebeğimiz. Haziranın otuzunda başlayan üç günlük ‘Buluşma’mızı da onlar için tertipliyoruz. Her şeyden önce asimile olmalarının önüne geçmek, sonra da kendilerine, cemaatlerine ve yaşadıkları topraklara -memleketlerine- yararlı olabilmeleri için onlara imk‰n sağlamak. Amacımız bu…

Peki bu yeterli mi? Bir ilk adım için belki. Ama kesin bir çare olarak hayır. Ya ne peki? Her zamanki gibi -özellikle vurguluyorum bu ‘her zamanki gibi’ ifadesini- dışarıdan gelecek kanın yardımıyla ayağa kalkacak, canlanacak hasta! Bilmece gibi geliyorsa söylediklerim açıklayayım biraz.

İstanbul Rum Cemaati için bin beş yüz yıllık, hatta daha eski bir toplum deniyor. Doğrudur. Toplum olarak köklerimiz oralara kadar, Megara’lı Byzas’a kadar uzanıyor olabilir; önceleri Byzantion olarak bilinen daha sonra Konstantinopolis adını alan kenti onun kurduğu söylenir. Ancak birey olarak ele alınacak olursak, öz kökleri oralara uzanacak birilerinin çıkabileceğine pek inanmıyorum. Üç beş nesil geriye gidildiğinde Anadolu içlerinden, Karadeniz sahillerinden, Ege adalarında, Mora’dan, Epirden, ilh., geldiğimiz çıkar ortaya. İstanbul her zaman taşradan beslenmiştir. Uzağa gitmeye gerek yok. Şu okullarımızın öğrenci kayıt kütüklerine bir göz atmak yeterli. Öğrencilerin dörtte üçünün babası ya İstanbul’a dışarıdan gelmiş yada h‰l‰ dışarıda yaşıyor; çocuğunu okumaya, ‘adam olmaya ‘is tin Poli’ye’ yollamış!

Üç beş isim sayayım: Şişmanoğlu (sarayı Beyoğlu’yu süslüyor) Anadolulu; Zarifis, Zoğrafos, Zappas, Epirli; daha yakına gelelim: hocamız Dimitri Frangopulos Sakız adasından ve tabii Patrik Hazretleri, o da adalı, İmroz’dan…

İstanbul’u İstanbul kılan cazibesi. Dört bir yerden kişi topluyor etrafına. Arıları cezbeden bal çiçekleri gibi… Ona değişik özelliklerini veren çok kültürlülüğü de oradan. Yaratmak isteyen, geniş ufuklara açılmak isteyenler koşmuş ona. Boşuna dememiş şair ‘bir sengine acem mülkü fed‰dır…’ yada ‘Bin kocadan arta kalan b‰kire…’ diye! Kendi de şair olan bu kent kaç ozana ilham kaynağı olmuş, bu ozanların kaçı ‘anadan babadan’ İstanbullu bir düşünün!

Ben işte buna inanıyorum. Bırakın kendi halimize buluruz biz çaremizi…

Zaten artık bizi istemeyen de pek kalmadı galiba. 70 milyonda belki 70 kişi. Gel gör ki -tesadüf bu ya!- bu yetmiş kişi, kıpırdayabilmek için imzasına muhtaç olduğumuz kişiler.

Ama cazibesiz olsun bizim olsun derseniz İstanbul için… o başka. Kendine güveni olmayanların hayatlarını birleştirmek için kimsenin bakmayacağı kadın arayanlar gibi; başları rahat ama gözleri de dışarıda, başkalarının saadetinde oluyor daima…

Türkiye neden AB’ye muhakkak girmeli?

Şu küçücük Kıbrıs’a bakın: AB’ye girdi, koskoca Türkiye ile aşık atıyor!

Türkiye’yi AB üyesi olarak düşünün… Gücü nerelere varır!

Yorumlar kapatıldı.