İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yerli malı yurdun malı

Ayşe Günaysu

Geçen hafta bir anlamda, gelin şu Türk işi anti-emperyalizmimizi sorgulayalım, demiştim. Zor konu, bir köşe yazısında halledilemeyecek ve çok daha kapsamlı bir hazırlığı gerektirecek kadar karmaşık konu, ama soru sormaktan, tartışmaya davetten zarar gelmez diye düşünüyorum.

Öyleyse devam edelim. Türk solunun anti-emperyalist damarı, evet, bir dostumun bana hatırlatma ihtiyacını duyduğu gibi, gerçekten de kaynağını esas olarak uluslararası Marksist hareketin kuramından ve dünya halklarının emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelelerinden alıyordu. Bizzat bu hareketin içinden gelen biri olarak bunu unutmak ne mümkün! Benim demek istediğim, bu uluslararası anti-emperyalist geleneğin bizim yerli ‘bağımsızlıkçı’ geleneğimizle birleşmesi sonucunda, Türkiye’nin sol geleneğinde asker-sivil Türk milliyetçisi totaliter bürokratik egemenlerimizin çok işine yarayan bir ‘ulusalcı’lığın doğmuş olmasıydı.

Yerli malı yurdun malı sloganlarıyla büyüdük. Bunları ve benzer ‘ulusalcı’ söylemleri yadırgamak şöyle dursun, benimsedik. Çünkü ulusalcı olmak demek, bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist olmak demekti. Kimi birbirine düşman farklı devrimci örgütlenmeler içinde olsak da çoğu kez aynı şeyleri okuduk: Mitka Gribçeva’nın Seni Halk Adına Ölüme Mahkum Ediyorum’u, Ostrovski’nin Ve Çeliğe Su Verildi’si, Politzer’in Felsefe’nin Temel İlkeleri… Bu kitapların kağıdını, cildini bile sevdik, saygı duyduk da, yerli malı yurdun malı kampanyalarının hangi kanallardan akıp geldiğini ve nasıl ırkçı bir damardan beslendiğini ne okuduk, ne de bize bir anlatan oldu.

Oysa, giderek Milli Mücadele ile iç içe geçmiş olan 1915-1923 yılları arasında Anadolu’nun Rum ve Ermeni nüfustan arındırılmasından, Rum ve Ermeni ticaret ve meslek erbabının fiziken yok edilmiş olması nedeniyle ekonomik yaşamda çok büyük bir boşluğun doğmasından, bu boşluğun hiç istenmediği halde birçok yerde Yahudiler tarafından doldurulmasından sonra, ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyaları ve ‘Yerli Malın Yurdun Malı’ sloganının simgelediği ekonomiyi Türkleştirme hamlesi, toplumun tüm kesimlerine yayılan büyük bir dalga halinde kabarmıştı.

Basın, hem de en ‘aydınlanmacı’ kalemler, coşkuyla, hırsla, bu kampanyaya destek veriyor, hatta sık sık o sırada Almanya’da yükselişe geçen faşist hareketin Yahudi karşıtı şiddet hareketlerinin Türkiye’deki Yahudi’lere ders olması gerektiğini hatırlatıyordu. Türkçe’nin egemenliğini sağlama çalışmalarıyla eşzamanlı olarak ilerleyen ekonomik yaşamın Gayrimüslimlerden temizlenme süreci hızla yayıldı. Süreç, Dersaadet Telefon Şirketi’nden İstanbul Liman Amirliği’ne, Reji İdaresi’nden Denizcilik İşletmeleri’ne kadar çok geniş bir kesimi etkiledi. Belirli bir süre içinde emirlere uymayan şirketler kapatıldı. Ayrıca Avukatlık, Eczacılık gibi bazı meslekler de Gayrimüslimlerden arındırıldı. Mesela şoförlerin ehliyetlerini süre uzatımı için yapılan başvurularda hiçbir gayrımüslim şoförün ehliyetinin süresi uzatılmadı. Nafia Vek‰leti (Bayındırlık Bakanlığı) Komiseri Fevzi Bey, 19 Ekim 1923’te düzenlediği basın toplantısında amaçlarını çok açık bir şekilde ortaya koyarken, ‘ulusal bağımsızlık’ adına hiç beis görmeden ayrımcılığı savunuyordu: Şirketlerle yaptıkları anlaşmalar uyarınca bu şirketlerin ‘dinleri ne olursa olsun tüm Türk vatandaşlarını değil, sadece Müslüman asıllı Türkleri istihdam etme şartını kabul’ ettiklerini anlatıyor ve ekliyordu: ‘TBMM’nin tüm tebaalarını ayırım gözetmeksizin istihdam edecekleri anlamını taşımaz. Bu konuda son derece kararlıyız. İstanbul’un elektriğini söndürmek ve tramvaylarını durdurmak pahasına da olsa bu kararlı tavrımızı değiştirmeyeceğiz.’ (R.Bali, Bir Türkleştirme Serüveni, İletişim Yayınları, s. 209.)

Gayrimüslimlerin işlerine yüz-yüz elli kişilik gruplar halinde kitlesel ve tazminatsız olarak son verildiği bu sürecin ne kadar başarıyla tamamlandığını Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, ‘bağlar, bahçeler, hatta dağlar, ovalar, mal mülk memleketin iktisadiyatı Türk olmayanların elinde değil miydi? Bugün bütün bunlar Türklerin ellerine geçti. (…) benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da dinlesin ki bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır,’ sözleriyle kutluyordu. (R.Bali, s. 620)

Türkiye’de kuşaklar boyu sosyalistler böyle bir ‘Türklük’ anlayışıyla hiç uğraşmadılar. O kadar anti-emperyalisttik ki, ne kadar milliyetçi olduğumuzun farkına bile varamadık. Peki ya bugün? Bugünün Türkiye’sinde sosyalistlerin anti-emperyalizmi geçmişten ne kadar farklı, nerelerde benzerlik gösteriyor, nerelerde ayrılıyor? Ve bunu kaç kişi sorguluyor?

Yorumlar kapatıldı.