İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Girmek istiyorsak

Gündüz Aktan

Ek protokolü onaylayıp uygulamaya koymadığımız, yani Rumlara limanlarımızı ve havaalanlarımızı açmadığımız için bu aralık ayında AB müzakere süreci muhtemelen kesintiye uğrayacak. Bu, güzel bir kara mizah örneği olacak.

Dışişlerinde olsam ‘Raydan çıkmakta olan üyelik trenini nasıl tekrar rayına oturtabiliriz’ sorusuna şöyle cevap verirdim:

Müzakerelerin fiilen başladığı bir aşamada bile AB’nin üyeliğimiz konusunda hâlâ bir siyasi irade oluşturmamış olması sıkıntıların ardındaki asıl nedeni oluşturuyor. Bazıları, müzakere sürecinde bir kaza olur da üyelik şansımız kendiliğinden biter diye hayal ediyor. Bu konuda yeni bir karara veya kararlılığa ihtiyaç var. AB’yi buna zorlamalı, aksi halde müzakereleri bırakacağımızı göstermeliyiz.

Bu irade beyanı 17 Aralık kararının aksine bizim gerçekten tam üye olacağımızı ve Müzakere Çerçeve Belgesi’nin aksine müzakere yönteminin bizden önceki diğer adaylarınkinin aynı olacağını teyit etmeli.

Son KOB’da yer alan ve Ortak Tutum Belgesi’nde de sert bir dille tekrarlanan, AB’nin bizden taleplerini nasıl uygulayacağımızı gösterecek yeni Ulusal Program belgesini farklı bir yaklaşımla hazırlamalıyız. Bu belgede, neleri hemen, neleri bazı şartlara bağlı olarak yapacağımız, neleriyse yapmayacağımız açıkça yer almalı.

Kıbrıs’ta Annan Planı’ndan geriye tek bir adım atmayacağımızı, Rumlar, Annan Planı’nı kabul ettiklerinde de uygulamanın ancak üyeliğimizle birlikte olabileceğini bildirmeliyiz. Zira bu konuda artık AB’ye güvenemeyeceğimiz anlaşıldı. Plassnik’in bizim ek protokol taahhüdümüzün hukuki, AB’nin KKTC üzerindeki ambargoların kaldırılması taahhüdünün siyasi olduğunu söylemesi son damlayı oluşturdu. Yani AB siyasi taahhütlerini yerine getirmeyebileceğini söylüyor. Oysa bizi aday yapan 1999 Helsinki zirve sonuçlarından itibaren AB’nin attığı tüm adımlar siyasi taahhüt niteliğinde. Yani AB istediği zaman bu taahhütlerini uygulamayabilecek. Bu kabul edilemez tutuma, daha ileri gitmeden, mutlaka açıklık getirilmeli.

Türkiye Lozan dışı azınlık kavramını ve ona bağlı kolektif hakları kabul etmeyecektir. Kültürel haklar sadece kişisel haklar olacaktır. Bu haklar, AB’deki en iyi örneğe göre değil, Fransa ve Yunanistan gibi bizim durumumuza benzer ülkelerdeki gibi ve adım adım uygulanacaktır.

Doğu ve Güneydoğu’ya dönük ‘kapsamlı ekonomik, sosyal ve kültürel program’ hazırlanabilir. Bunun için sadece ülkeye sadık unsurlarla diyalog yapılabilir. Bu programın sosyokültürel bacağını kadın hakları, özellikle de bölgeye has töre cinayetlerinin ve çokeşliliğin önlenmesi oluşturabilir.

AB, PKK terörünü kınayabilir, ama PKK’yı taraf kabul eden bir ‘Şiddeti durdur’ çağrısında bulunamaz. AB ülkelerinde PKK terörüne karşı ciddi tedbirler alınması, hem bir uluslararası mükellefiyet hem de bizim şartımızdır. Terörle mücadele yasası AB’deki benzerleri gibi olacaktır.

Azınlık vakıfları konusundaki ilerlemeler Yunanistan ve Kıbrıs’taki Türk vakıflarına ilişkin ilerlemelere bağlıdır.

Birçok AB ülkesinde İslam din bile sayılmazken, Türkiye’deki Hıristiyan mezheplerine hükmi şahsiyet tanınamaz.

Cumhuriyet’in kurucusu ordunun laiklik ve tekillik konusunda susması ancak tam üyelikle birlikte düşünülebilir.

Kopenhag Siyasi Kıstasları konusunda Türkiye’ye, Bulgaristan ve Romanya’nın gerisindeymiş gibi ‘ev ödevleri’ verilemez.

Demokratikleşme reformları boynumuzun borcudur. Yasası çıkan her reform harfiyen uygulanmalıdır. İşkence kesinkes bitmelidir.

İfade özgürlüğü tam olmalı, ama AB, Ermeni soykırımı iddialarını bu özgürlük arkasına saklamaktan vazgeçmelidir.

Teknik fasılların uygulaması diğer aday ülkelerinkinden daha ileri olamaz. Bu amaçla onlara sağlanan mali yardımların aynısı bize de verilmelidir. (Biz de Allah rızası için proje hazırlama işini halledelim.)

AB bizim sivil topluma kendisini anlatsın.

Ama biz de AB sivil toplumuna ırkçılığın kötü bir şey olduğunu anlatalım.

Bunlar olmazsa AB ile siyasi ve savunma işbirliğine ara verebilmeliyiz.

Haksızlıklara göz yumarak AB’ye giremeyiz.

Yorumlar kapatıldı.